Türkiye’de şu an 405 cezaevi bulunuyor.
Bu cezaevlerinin toplam kapasitesi 301 bin tutuklu.
Ancak şu anda cezaevlerimizde 418 binden fazla mahkûm var.

Yani kapasitenin neredeyse yüzde 50 üzerinde tutuklu barındırılıyor.
Başka bir deyişle, cezaevlerinde iki ranzada üç mahkûm yatıyor.
Çarpıcı, hatta ürkütücü bir tablo…

Bir şehrimizde son on yılda nüfus yüzde 27 artarken, aynı şehirde mahkûm sayısının yüzde 300 artmış olması düşündürücü değil mi?

Avrupa ülkelerine baktığımızda tablo çok farklı:

  • Almanya’da 55 bin,
  • İspanya’da 60 bin,
  • İngiltere’de 85 bin mahkûm bulunuyor.

Bizdeki rakamlar bu ülkelerin neredeyse 8 katı.
Olumsuz konularda önde gitmek ne acı…
Dünya devletleri teknolojiyle yarışırken, biz suç örgütleri üretiyoruz.

Artan suçlu sayısına karşı tek çözüm olarak yeni cezaevleri yapmakla meşgulüz.
Oysa önce siyasi partiler bu gerçeği görmeli.

Siyasiler birbirine karşı saygılı olmalı.
Ama ne yazık ki gözlerini kin ve öfke bürümüş durumda.
Para ve menfaat uğruna yapılan siyaset, ülkeyi içeriden kemiriyor.
Milletimiz bu tabloyu yakından izliyor ve artık siyasete güvenmiyor.

Bugün nüfusumuzun yüzde 1’i, ekonomimizin yüzde 40’ına sahip.
Tabanımız, işçisiyle köylüsüyle, emeklisiyle zor günler yaşıyor.

Yarınlarda Suriye politikasının altında kalan ülke Türkiye olursa, kimse şaşırmamalı.
Siyaset artık içe dönmeli ve Türkiye’nin ağırlaşan şartlarına çözüm bulmalı.

İktidarıyla muhalefetiyle iyi yönetilmiyoruz.
Her geçen gün milli birliğimiz zafiyet yaşıyor.

Oysa tek bayrak, tek vatan için bir olma zamanı.
Hakaret içeren, öfkeli siyaseti bırakıp, ülkemizin yeni sıkıntıların eşiğinde olduğunu bilmeliyiz.

**

YABANCI FUTBOLCULARIN, DÖVİZ BAHÇESİ OLDUK!

Her geçen gün sporumuzda millilikten uzaklaşıyoruz.
Sporcularımızın rengi giderek siyaha dönüyor.

Ülke olarak ciddi ekonomik sıkıntılar yaşarken, sporda sanki hiçbir sorun yokmuş gibi davranılıyor.
Takımlarımız varsa yoksa yabancı futbolcuların peşinde.
Türkiye, yabancı futbolcular için adeta döviz bahçesi haline geldi.

Alt yapımız göstermelik hale geldi, hatta yok denecek durumda.
Peki bu şartlarda milli takıma nasıl oyuncu yetişecek?
Yakın gelecekte milli takımı oluşturmakta ciddi sıkıntılar yaşanacağı çok açık.

Bugün Süper Lig’de yerli futbolcu adı neredeyse duyulmuyor.
Siyasetteki seviyesiz çekişmelerin, spora da yansıdığını görüyoruz.

Her takımın 18 yabancı futbolcu alma hakkı var.
Maçlarda sadece 3 yerli futbolcunun sahada olması yeterli sayılıyor.
Takımlar bu sayıyı bile doldurmakta zorlanıyor.

Bu durumda genç oyuncularımızın önü kesiliyor, gelişme imkânı bulamıyorlar.
Ne yazık ki hiçbir yetkili bu konuda konuşmuyor, herkes sadece izliyor.

Kulüplerimiz borç batağında yüzüyor.
Yakında icralar aralıksız kulüplerimizin kapısını çalacak.

Bir yabancı futbolcuya 50–60 milyon veriyoruz.
Bunu Süper Lig ve 1. Lig geneline yayarsak, yıllık kaybımız bir milyar doların üzerinde.

Türk sporu bu gidişattan kurtarılmalı.
Alt yapıya çok daha fazla önem verilmeli.

Unutmayalım: Dökme suyla değirmen dönmez.

**

TOPLUMDA ÇÜRÜMÜŞLÜK ALARMI!

Toplumda yaşanan inanılmaz olayları hayret ve dehşet içinde izliyoruz.

Gümüşhane’de bir düğünde, evlenecek damat, düğünde sıkılan silahlardan çıkan kurşunla vurulup hayatını kaybediyor. En mutlu gün, en acı güne dönüşüyor.

İstanbul’da ise dört kişi, bir aracı durdurup şoföre saldırıyor. Daha araçtan inmeden komalık oluncaya kadar dövülen şoför, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitiriyor.

Bir başka olayda, bir torun ninesinin kolundaki bilezikleri almak için canına kıyabiliyor. Yine yakın bir ilçemizde, bir polis memuru boşanma aşamasında olduğu eşini iş yerinde öldürüyor. Bir baba ise yeni aşkı uğruna, eşini ve iki çocuğunu bile bile evini ateşe vererek yok edebiliyor.

Bize örnek olması gereken siyasetçiler dahi devlet memurlarına hakaret edip tehditler savurabiliyor, haklarında soruşturmalar açılıyor.

Bunlar sağlıklı bir toplumda yaşanabilecek olaylar değil. A’dan Z’ye çürümüşüz. Toplum olarak psikolojimiz bozulmuş durumda ve acil tedaviye ihtiyacımız var.

Caydırıcı yasalara ihtiyaç var. Ülkeyi yönetenlerin topluma iyi örnek olması gerekiyor. Hakaretle, kinle, öfkeyle siyaset yapanlar bu ülkeyi nasıl yönetecek? Kendilerini millete nasıl inandıracak?

Huzurlu bir toplum için bunlar şart. Ama ne kadar yapabiliriz, ne kadar geri dönebiliriz, bilemiyorum.

**

YAZ SEZONU VE SUSUZLUK TEHLİKESİ!

Bir yaz sezonunun daha sonuna geldik.
Okulların açılması, yaz sezonunun bitmesi anlamına geliyor. Tatillerin sıcaklara tesadüfü de bundan kaynaklanıyor.

Aileler için çocuklar çok önemli. Eğitim devam ettiği sürece ailelerin yazlıklarına gitmesi mümkün olmuyor.
Okullar kapanana kadar sahilleri çoğunlukla emekliler dolduruyor. Yaşlıların doldurduğu sahiller ve yaylalar, okulların kapanmasıyla birlikte yeniden canlılık kazanıyor. Biz buna iç turizm diyoruz.

Bu yıl, iklim değişikliğinin etkisiyle susuz bir yaz geçirdik.
1963 yılında İzmir’in Urla ilçesinin Bademler Köyü’nde çekilen Susuz Yaz filmi, Hülya Koçyiğit’in oynadığı ilk film olma özelliğine sahip.
Öykü, o dönemde gözlemlenen susuzluk olaylarına dayanıyor. İşte biz de bugün, o susuz yaza doğru gidiyoruz.

İki yıldır çok sıcak bir yaz yaşıyoruz. Yeraltı suları çekilmiş, susuzluğun boyutu had safhaya ulaşmış durumda.
Örneğin, sadece bir firma bu yaz Kuşadası’nda su bulmak için 50’den fazla sondaj yaptı.
Eğer bu işte 3-5 firmanın çalıştığını düşünürsek, tehlikenin büyüklüğü ortaya çıkıyor.

Bu işler başıboş ve projesiz yürütülüyor.
İşlerimiz adeta “Saldım çayıra, Allah kayıra” misali…
Hâlâ Kuşadası’nda, Davutlar’ın dağına ve ovasına yazlıklar yapılıyor. Ne suyunu, ne yolunu düşünen var.
Denizlerin kirliliği ise ayrı bir konu.

Önümüzdeki üç beş yılda durumun ne olacağını kestirmek zor.
Ama yazlıkları bekleyen en büyük tehlike işte bu susuzluk ve plansız yapılaşma.