Geçtiğimiz günlerde Kuyucak’a bağlı Kurtuluş Mahallesi’nde bir protestoyu takip etmek için yola koyuldum. Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) projesinin tanıtımı için mahalleye gelen heyeti gönderen ve ardından protestoya başlayan vatandaşlarla beraberdim. Bugünse rotam Bozdoğan’dı. Burada da bir başka doğa mücadelesi sahne aldı: Rüzgar Enerjisi Santrali (RES) eylemi. İki ayrı ilçe, iki farklı gün ama aynı ses: “Toprağımıza, suyumuza, havamıza dokunmayın.”
Gazetecilik görevim beni olay yerine götürdü, ama gördüğüm sadece bir haber konusu değildi. Karşımda durup kararlılıkla konuşan yaşlı bir teyzenin elleri tarlada nasır tutmuştu. Genç bir çiftçi, “Bu dağlar bize dedemden kaldı, ben de çocuğuma tertemiz bırakmak istiyorum,” derken gözlerinin içiyle konuşuyordu. Bu insanlar sadece yaşadıkları yere değil, doğayla kurdukları binlerce yıllık bağa sahip çıkıyorlardı.
Enerji yatırımları, kalkınma projeleri elbette ki gerekli olabilir. Ama bu projelerin yapıldığı yer, o yerin halkı, doğası, geleceği hesaba katılmadan atılan her adım bir başka yıkımı beraberinde getiriyor. Üstelik adı “yeşil enerji” bile olsa, bazen geride yeşil bir yaprak bile kalmayabiliyor.
Her iki eylemde de halk, birilerinin masa başında aldığı kararları kabul etmeyerek sesini yükseltti. Sessiz kalmak kolaydı. Kabullenmek, “Ne yapalım, büyüklerimiz bilir,” demek belki daha az yorucuydu. Ama onlar zor olanı seçti. Kendi köylerinde, kendi dağlarında, kendi evlatlarının geleceği için ayağa kalktılar.
Ben bir gazeteci olarak oradaydım. Ama bir insan olarak da onların söylediklerine kulak verdim. Bu topraklarda büyümüş, bu havayı solumuş biri olarak onların haklı taleplerine katılmamak elde değil. Doğasına sahip çıkan bu insanlar sadece kendi köylerini değil, aslında hepimizin geleceğini koruyor.
Bu sesler duyulmalı. Bu direniş, kalkınmanın doğaya ve insana saygılı yollarla da mümkün olduğunu bize bir kez daha hatırlatmalı. Çünkü bir ülkenin gerçek zenginliği, sahip olduğu doğal kaynaklar değil; o kaynaklara sahip çıkacak bilinçli insanlarıdır.