Mevcut durumumuzu geçmişimizle kıyasladığımızda çok şeyin değiştiğine şahit oluruz.

Tabi biz değişmeyi, hep dönüşmek olarak anladık.

Dönüşmeyi de olumsuz anlamda kendimize şiar edindik.

Geldiğimiz nokta ortada…

Güvensizlik had safhada…

Liyakati saymıyorum bile…

Nereye gidiyoruz sualinin sorulması bile abesle iştigal.

Tek çare var: Milli şuurla evvela herkes evinin içini….

Daha sonra evinin önünü (maddi ve manevi anlamda) temizlemeye başlayacak.

Belki geri dönüş – zor da olsa- mümkün olur.

Bu sebeple zaman tüneline girerek “MADDİ VE MANEVİ TEMİZLİK” nasıl olacak?

Bir rehber niteliğinde olsun diye tarihimize seyr-ü sefer yapmakta fayda vardır.

Özetle…

Faziletliydik: Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilinmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik.

Dürüsttük: Bir zamanlar Londra Ticaret Odası’nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Aldatılmak istemiyorsanız, Türklerle alışveriş ediniz."

İtibarlıydık: Bir zamanlar Hollanda Ticaret Odası’nın toplantılarında oylar eşit çıkınca, Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.

Temizdik: Asla yere tükürmez, tükürenleri hoş görmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştirmişti: "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet (ateş) olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."

Çevreciydik: Kurak günlerde ücretle adam tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık.

Harama el sürmezdik: Fransız müellif Motray, 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkancılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu'ndaki evime kadar gelmişlerdir."

Medeni idik: İngiliz sefiri Sör James Portör, 1740'ların Türkiye’si için şunları söylüyor: "Gerek İstanbul’da gerekse İmparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."

Dosdoğruyduk: Fransız generallerden Comte de Bonneval, şu hükmü veriyor: "Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."

Hırsızlık nedir bilmezdik: Fransız gezgin Dr. Brayer, 1830'ların İstanbul’unu öve öve bitiremiyor: "Evlerin kapısını şöyle böyle kapatıldığı ve dükkanların çoğunlukla umumî ahlaka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vak'ası görülür."

Fransız tarihçi Ubicini, Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor:

"Bu muazzam payitahtta dükkancılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerinin kapısını basit bir mandalla kapattıkları halde, senede dört hırsızlık vakası hile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vak'alan olmadan gün geçmez."

Naziktik: Edmondo de Amicis (meşhur "Çocuk Kalbi" isimli eserin yazarı) isimli İtalyan yazar, yine 1880'lerin "biz"ini anlatıyor bize:

"İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadiren işitilir, ama dudaklarından tebessüm eksik olmaz. O kadar müsamahakardırlar ki, ibadet saatlerinde bile camilerim gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."

Cihana örneklik: "Türkiye Seyahatnamesiyle meşhur Du Lo-ir'un 1650'lerdeki hükmü şöyle: "Hiç şüphesiz ki, ahlak bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."

Şefkatimiz yalnızca insanlara yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu.

Hayata karşı saygılıydık: Bu konuda Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın:

"Türklerdeki iyilik duygusu, hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarata ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir." (Küçük Asya, c. 9)

Hayırseverdik: Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim: "Yazın İstanbul’dan Sofya'ya giderken, dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."

Hatta aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerin yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."

Bu tespiti İslam-Türk düşmanı Avukat Guer misallendiriyor;"Türk şefkati, hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra, şöyle bir örnek veriyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür..."

"Kaçık”lığın kaynağını da söylüyor: "Birçokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk'e, bir gün yaptığı işin neye yaradığım sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: Allah'ın rızasını kazanmaya yarar."

Galiba geçmişimizden uzaklaşmak bize çok pahalıya patladı.

Yahya Kemal Beyatlı bunu şöyle değerlendirmektedir:

"Eski Türklerin bir dini hayatları vardı, dini hayatları olduğu cin de çok şeyleri vardı; yeni Türklerin de dini hayatları olduğun-la çok şeyleri olacak."

(Faydalanılan teknik kaynak: Yavuz Bahadıroğlu, Biz Osmanlıyız, Nesil Yay.,İst.,Şubat-2006)