Bir zamanlar…

Bir zamanlar kapılar kilitlenmezdi.
Bir selam, bir çay, bir hâl hatır her şeye yeterdi.
İnsanlar birbirine “ne çıkarım var?” diye değil, “halin nasıl?” diye bakardı.

Şimdi soralım açıkça:
Eski samimiyet kaldı mı?

Aynı masada oturuyoruz ama farklı dünyalardayız.
Yan yana yürüyoruz ama birbirimize uzak.
Dostluklar menfaatle, muhabbetler çıkarla ölçülür oldu.
Bir tebessüm bile hesaplı artık.

Eskiden bir sıkıntın olduğunda kapısını çalabileceğin insanlar vardı.
Şimdi “rahatsız olur mu?”, “yanlış anlar mı?” diye düşünüyorsun.
Kalabalıklar arttı, yalnızlık çoğaldı.

Sosyal medya sayesinde herkese ulaşıyoruz ama kimseye dokunamıyoruz.
Beğeniyoruz, paylaşıyoruz ama gerçekten hissetmiyoruz.
Bir mesajla “geçmiş olsun” deyip vicdanımızı rahatlatıyoruz.
Oysa eskiden bir sandalyeyi çekip yanına oturmak vardı.

En acısı da şu:
Samimiyeti kaybettik ama farkında bile değiliz.
Her şey hızlı, her şey yüzeysel.
Derinlik yoruyor artık insanları.

Peki suç kimde?
Zamanda mı, sistemde mi, bizde mi?

Belki de cevap en basiti:
Biz izin verdik.
Samimiyeti lüks, vefayı yük, sadakati risk gördük.
O yüzden eskisi gibi değil hiçbir şey.

Ama hâlâ geç değil.
Bir selamla, içten bir nasılsınla, hesapsız bir çayla başlayabiliriz.
Belki dünya değişmez ama biz değişiriz.

Ve belki o zaman tekrar sorarız:
“Eski samimiyet kaldı mı?”
Cevabı da içimiz rahat bir şekilde veririz.