Türkiye’de ölümün ağırlığı giderek hafifliyor. Bir insanın hayatı, olması gerektiği gibi kutsal ve dokunulmaz bir değer olmaktan çıkıyor; adeta günlük rutinin, sıradan haber akışının bir parçası haline geliyor. Ölümler ucuzladıkça, yaşamak da ucuzluyor. Çünkü bir toplum, can kayıplarına kayıtsızlaştığı an aslında kendi geleceğini de kaybediyor.

Her gün karşımıza çıkan manzaralar aynı: Okul çağında olan bir çocuğun çalışırken ölmesi… Gençlerin otomobil, motos, kazaları. Katledilen kadınlar.. İhmallerden, tedbirsizliklerden ölen insanlar… İş cinayetleri, tarımda kaybolan canlar, yollarda paramparça olan hayatlar…
Ve bütün bunların ardından ezberlenmiş birkaç cümle:

“Soruşturma başlatıldı.”

Sonrası yine aynı sessizlik.

Türkiye’de insanlar, çoğu ülkede “olamaz” denilen nedenlerle ölüyor. Çünkü sorun bizim kaderimizde değil; denetimsizliğin, liyakatsizliğin, ihmalkârlığın ve sorumsuzluğun sistemleşmiş olmasında. Ölümü ucuzlatan tam da bu düzen. Ve ne acıdır ki toplum olarak buna alışıyoruz. Biz gazeteciler bile artık “yine bir kaza”, “yine bir facia”, “yine bir ihmal” kalıplarına mecbur bırakılıyor. İçimiz acıyor, ama şaşırmıyoruz. Bu normalleşme, işte asıl felaketimizdir.

Bir ülkede ölüm ne kadar ucuzsa, yaşam da o kadar güvencesizdir. Çünkü ucuz ölümlerin olduğu yerde kimse güvende değildir. Bugün başka birini yutan ihmal zinciri, yarın kapımızın önüne uzanabilir.

Bu düzeni değiştirmek için önce gerçeğin farkına varmak zorundayız: Türkiye’de insanlar kaderden değil, ihmallerden ölüyor. Ve ihmal, kader değildir. Hesap sorulabilir, değiştirilebilir, önlenebilir bir kusurdur.
Ucuz ölümler ülkesi olmak zorunda değiliz. Değer verdiğimiz tek şeyin “yaşamak” olduğunu hatırladığımız gün, bu topraklarda ölümün de hakkı teslim edilecek. Çünkü bir ülkeyi ayakta tutan şey, insanının canına verdiği değerdir.

Ve o değer ne kadar yüksekse, toplum da o kadar güçlüdür.