Bir ülkede ekonomik kriz sadece rakamlardan ibaret değildir. Enflasyon oranları, döviz kurları, faiz kararları… Bunlar ekranlarda, gazetelerin ekonomi sayfalarında yer alır. Ama asıl kriz; insanlar evine ekmek götürmekte zorlandığında, çocuklar süt yerine su içmeye alıştığında, gençler gelecek hayallerini bavullarına koyup başka ülkelere gitmeyi düşündüğünde başlar. Ve şu an Türkiye tam da bu dönüm noktasında.

Eskiden cumartesi akşamları arkadaş buluşmaları, sahil yürüyüşleri, bir bardak çayın eşliğinde uzayan sohbetler vardı. Şimdi “Kaç liraya gidelim?” sorusu her planın önüne geçiyor. Sinema bileti almak, dışarıda kahve içmek, çocuğunu lunaparka götürmek bile lüks haline geldi. Kültürel etkinlikler eskisi gibi dolmuyor; insanlar artık tiyatroya bilet almayı değil, elektrik faturasını nasıl ödeyeceğini düşünüyor.

Günlük yaşam, yalnızca yaşamak değil; hissedebilmek, nefes alabilmek, sosyalleşebilmek demektir. Fakat bugün birçok insan sosyal yaşamdan zorla koparılıyor. Çünkü tüm enerjisini, zamanını ve gelirini sadece hayatta kalmaya harcıyor. Bir zamanlar “Bu ay nereye tatile gitsek?” diye düşünen aileler artık “Bu ay nasıl kira ödeyeceğiz?” diye kaygılanıyor.

Toplumda dayanışma duygusu gitgide azalırken, bireyler kendi içine kapanıyor. Kimse derdini anlatmak istemiyor, çünkü herkesin derdi birbirine benziyor. Kahkahalar azaldı, sohbetler kısaldı, umutlar ertelendi. Sokaklar kalabalık ama yalnızlık her zamankinden daha fazla.

Ekonomik kriz sadece sofraları değil, ruhları da yoksullaştırıyor. Bugün bu tabloyu değiştirmek zorundayız. Çünkü bir ülkenin geleceği, sadece güçlü ekonomilerle değil; mutlu, umutlu, sosyal olarak var olabilen insanlarla inşa edilir. Unutmayalım, insan yalnızca yaşayarak değil; yaşayabildiğini hissederek var olur.