Türkiye’nin ana konulardan biri ekonomik büyümeyle cilalanan, devletin cebinden 5 kuruş harcanmadan yapıldığı iddia edilerek özel sektöre havale edilen enerji ve inşaat projeleridir. Bu beton yönetsellik, arkasında toplumsal ve ekolojik ciddi tahribatlar bırakıyor. Kendilerine biçilen kadere razı olmayıp bu yönetselliğe sesini hukuksal yollarla ve sokakta yükseltenler ise kalkınmamızı önlemek isteyen hainler olarak kriminalize ediliyor. Bu beton yönetselliğin arka planını, küresel ölçekte uygulanmaya konan neoliberal politikalara Türkiye’nin 1980’den itibaren eklemlenmesi ve Türkiye ekonomisinin yapısal dönüşümü oluşturuyor. Öte yandan neoliberal çağda, ekonomik büyümenin özel sektöre havale edildiğine, büyümeyle gelen servetin de toplumun farklı tabakalarına doğru yayılmadığına, aksine servetin toplumun üst katmanlarında biriktiğine şahitlik ediyoruz. Kamunun piyasayı özel sektöre yönelik yeniden kurallaştırdığı bu dönemde; kamu yararı, toplumsal eşitlik gibi kritik öneme haiz konular da tamamen rafa kaldırıldı. Bu dönemin ağır yara alan diğer kesimini ekolojik varlıklar oluşturuyor. Özel sektörün bekası için doğal kaynaklar ve ekosistemlere korunması gereken bir unsur olarak değil, değişim değerine göre ekonomiye katılacak bir meta veya projelere alan açmak için temizlenmesi gereken unsurlar olarak bakılıyor.
Ekosistemler, insanlar için hayati önemde olan temiz hava, temiz su, temiz toprak gibi düzenleyici unsurlar işlevsizleştiriliyor. Taşın toprağın, dağların, yeraltı kaynaklarının, havanın suyun metalaştırılması biyosfer üzerinde kalıcı hasarlara sebebiyet veriyor, yaşamın tamamen tükendiği ölü toprak, ölü su alanları yaratıyor. Doğanın değerinin tamamen göz ardı edildiği, piyasa mekanizmalarının hakimiyeti altında çevre korumanın rafa kaldırıldığı, sürekli bir büyüme söyleminin pompalandığı bu dönemin yansımalarını en iyi şekilde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın uygulamalarında görmekteyiz.
Enerji sektörü, Türkiye ekonomisinin arkasındaki ana motor olan inşaat sektörünün yüksek enerji ihtiyacının karşılanması için hayati önem taşıyor. Türkiye’de yaşanan ekolojik sorunların temelinde, Enerji Bakanlığı vaadlerinde yer alan “sürdürülebilir çevre” ve “iklim değişikliğiyle mücadele” gibi ekolojik varlıkları korumaya yönelik konuların inşaat sektörüne dayalı ekonomik büyüme uğruna feda edilmesi yatıyor.
Türkiye’de 2002 yılında 129,4 milyar kWh olan elektrik üretimi, 2020 yılı sonunda iki kattan fazla artarak 305 milyar kWH’ye yükseldi. Aynı şekilde, 2002’de 31,845 MW olan elektrik enerjisi kurulu gücü, 2021 yılı Temmuz sonu itibariyle üç kattan fazla artarak 98.263 MW’ye yükselmiş durumda. Bu rakamların diğer anlamı Türkiye olarak bizlerin kurulu olan enerji gücümüzün hepsi ile elektrik üretmediğimizdir. Bunun da sebebi ülke olarak bizlerin bu kadar fazla elektrik enerjisine ihtiyacımızın olmamasıdır. Türkiye’nin 2002 yılında anlık en yüksek elektrik tüketimi 21,005 MW iken kurulu gücü 31,835 MW; 2021 yılında anlık en yüksek elektrik tüketimi 49,851 MW iken kurulu gücü 98,050 MW olmuştur. Tüm bunlara rağmen Enerji Bakanlığı 2023’te elektrik üretiminin 400 milyar kWH seviyelerine, kurulu gücün 110 bin MW’ye seviyesine yükseltmeyi hedeflediklerini açıkladı. Türkiye’nin bu noktaya gelmesinin sebebi, siyasi erkin ihtiyaç olmamasına rağmen enerji arz güvenliğini gerekçe göstererek ne pahasına olursa olsun enerji üretim kapasitesini geliştirmeyi ana politika olarak belirlemesidir. Buna göre de yerel enerji kaynaklarının ivedilikle üretime açılması yönünde uygulamalar plansız, programsız, denetimsiz ve yasalara uygun olmayan şekilde yürürlüğe konuldu.
Yere enerji kaynaklarının üretime açılmasında aslan payını yerli kömür oluşturuyor.
Bu süreçte siyasi erk kurulu 26 termik santrale ek 70 termik santral projesi ekleyerek özel şirketlere sağlanan kolaylıklar ile kömüre hücum politikasını yürürlüğe koydu.
Halk sağlığı, bölge ekosistemleri ve tarım alanları üzerine bıraktıkları tahribatın yanı sıra, tepeden inme acele kamulaştırmalarla ana ihtilaf konusu olan termik santral projeleri bugün gelinen nokta itibarıyla Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadele karnesindeki kırık notlardan birini oluşturuyor. Siyasi erk, enerji arz güvenliği gerekçesi, kaynak çeşitliliğinin sağlanması amacı ile ülkenin potansiyel yenilenebilir enerji kaynaklarının (hidrolik, rüzgar, güneş, jeotermal, biokütle) kullanılmasının önünü sınırsız, kontrolsüz, denetimsiz bir şekilde açtı. Bu bağlamda 2017 yılında Enerji Bakanlığı, 2019 yılı sonuna kadar yenilenebilir enerjiye dayalı elektrik üretim santrallerinin toplam kurulu gücünü 46,710 MW’a çıkarılması hedeflediklerini açıkladı. 2021 yılına geldiğimizde bu oran 49.211 MW oldu.
Yenilenebilir enerji kaynağı olan jeotermal enerji üretim kapasitesi 2021 yılında 1.613 MW’e ulaştı. Enerji Bakanlığı tarafından, 31,500 MW enerji üretim potansiyeliyle jeotermalde dünyada 7’ci, Avrupa’da 1’ci olan Türkiye’nin ileriki dönemlerde de jeotermal kaynaklarına yönelik çalışmaların yapılacağı belirtilmekte. Jeotermal potansiyelin gün yüzüne çıkarılmasındaki amacın yatırımcılara yönelik olduğunu belirten Enerji Bakanlığı’nın, jeotermal enerji üretiminin çevreye ve halk sağlığına verdiği zararların nasıl telafi edileceği yönünde ise herhangi bir açıklaması ve projesi bulunmamaktadır. Oysa, özellikle Aydın ve çevresinde yoğunlaşan jeotermal enerji üretim santrallerinin toplu zehirlenmelere sebep olduğuna, kanser vakalarını arttırdığına, tarım alanlarını çoraklaştırarak bölge çiftçisinin geçim kaynağı incir ve üzüm gibi ürünleri tahrip ettiğine, hayvan ölümlerine yol açtığına, su kaynaklarını kirlettiğine yönelik Aydın halkı ve sivil topluk kuruluşlarının ciddi şikayet ve tepkileri söz konusudur. Ayrıca bölgede jeotermal enerji üreten şirketlere yönelik denetim eksikliği şirketlerin çevre kirlenmesine karşı önlem almamasını teşvik ettiği görülmektedir.
Enerji Bakanlığı yerli ve yenilenebilir enerji potansiyellerinin değerlendirilmesinin yanı sıra, 60’şar yıl ömür biçilen ve sırasıyla 4800 ve 4480 MW enerji üretmesi beklenen Akkuyu ve Sinop nükleer santral projelerinin 2023 yılına kadar işletmeye alınmasının planlandığını açıkladı. Fakat nükleer enerjinin ortaya çıkacak atıklarına ne olacağı, deprem kuşağında bulunan Akkuyu’da olası bir riske karşı nasıl güvenlik önlemlerinin alınacağı gibi Türkiye ve bölge ülkelerini ve ekosistemlerini de ilgilendiren konular açıklanmadı. Siyasi erk sürekli şekilde, ekonomik büyüme için enerji tüketiminin arttırılması gerektiğini, bunun da ülkenin gelişmişlik seviyesini arttıracağı yönündeki kalkınmacı söylemi dile getirmektedir. 2017 yılı Enerji Bakanlığı Bütçe Sunumu, özel sektörü enerji alanında asli oyuncu olarak tanıtırken, rekabetçi piyasa yapısının enerji arz güvenliği için kritik önemde olduğunun altını çiziyor. Türkiye’de enerji arz güvenliği için serbestleşme çabaları ile geliştirilmeye çalışılan rekabetçi piyasa yapısı, enerji politikalarımızın en önemli odak noktasıdır.
Serbest piyasa koşullarına tam işlerlik kazandırmak, Enerji Bakanlığı’nın temel stratejilerinden biridir. Bu süreçte unutulmaması gereken nokta ise kamunun özel sektöre yönelik piyasayı yeniden kurallaştırmasına, çevre korumalarla ilgili birçok uygulama ve mevzuatın rafa kaldırılmasından doğan kuralsızlaştırmanın eşlik ettiğidir.
Üretilen enerjinin devlet garantisi altında olması ve projelere yönelik devlet teşviklerinin verilmesi, özel sektörün enerji alanına girmesi için ana cazibeyi oluşturmaktadır.
Bunun yanında çevre korumaya yönelik kanunların çevrenin aleyhine düzenlenerek bu alanların madencilik ve enerji üretimi yollarıyla sermaye birikimine açılması da özel sektörü enerji piyasasına girmek için motive eden unsurlardan biridir.
Kanun hükmündeki kararlar ve torba yasalarla, kamu malları ve arazilerinin şirketlere bedelsiz devrinin önü açılmış, merkezi yapı doğayı özel sektöre adeta altın tepside sunmuştur. Bu süreçte çevresel sürdürülebilirlik dikkate alınmamakta; tam tersine, ekolojik varlıklara sadece yatırım nesnesi olarak bakılmakta, doğal mekanlar sermaye birikiminin akmasının teşvik edildiği duruma indirgenmektedir.
Merkezi yapı, yerli linyit ve taşkömürü kaynaklarının tamamının elektrik üretimine kazandırılması amacıyla madencilik kanununda değişikliklerle gitmiş yatırımcıya “ÇED, Kamulaştırma vb bütün izinleri biz alacağız” güvencesi vermiştir. Yatırımcılara yönelik ruhsat güvencesi sağlanmış , kanuna aykırı faaliyette bulunan yatırımcının ruhsatının iptal edilmesi yerine idari para cezası uygulamasına geçilmiş, madencilik faaliyeti için alınması gerekli izinlerin basitleştirilerek bürokratik işlemler azaltılmıştır. Tüm bu uygulamalar sonucunda kamunun kurulu enerji gücündeki payı 2001 yılında yüzde 70,37 iken Ekim 2021 sonunda yüzde 16,54’e düşmüştür.
Türkiye’de siyasi erkin enerji konusundaki ana politikaları ve ekolojik varlıklara yönelik yaklaşımı şu şekildedir; Bir ülke ne kadar fazla elektrik tüketiyorsa o ülke o kadar güçlüdür. Kalkınma o denli süratle işliyordur. Güçlü Türkiye için enerji ihtiyacı olduğu varsayımını merkeze alan bu anlayış, bir ekolojik varlığa (ör. akan suya) enerjiye dönüştürülebildiği ölçüde değer atfediyor. Şirketlere verilen muafiyetlerin ve hukukun altının oyulmasının eşlik ettiği süreç içinde siyasi erk, özel sektör için adeta dikensiz bir gül bahçesi yaratmaya çalışıyor. Büyüme için her yol mubah anlayışı hüküm sürüyor.
Sağlıklı çevre koşullarında yaşamak isteyenler ve suyu, toprağı, havayı savunan herkes neoliberal sistemin parazitleri olarak kodlanıyor. Diğer yandan da beton-yönetselliğe dayalı büyüme politikaları muazzam bir ekolojik tahribatı da beraberinde getiriyor. Ekolojik varlıkların meta değerine indirgendiği ve piyasa dizgisine eklemlendiği müddetçe bir anlam ifade ettiği bu çağ arkasında, ölü toprak ve ölü su alanları yaratarak biyosferi tüketiyor. Ekolojik varlıkları da tehdit eden bu sistemik mantık, toprak, su ve hatta hava gaspına yol veriyor, sermayenin dizginlerinden boşanmasıyla “ölü” alanlar giderek genişliyor. Sistemik mantık, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu aracılığıyla 2005 – 2015 arasında 671 bin hektar tarım arazisinin tarımsal faaliyetler dışında kullanıma açılmasına sebep olmuştur. Küçük çiftçi sistem dışına itilirken, enerji, madencilik ve inşaat projeleriyle tarım alanları, meralar, ormanlar, kıyılar, dereler gasp ediliyor. Toprak, hava, su yaşamdan koparılıyor. Kimin için bu mega proje, kimin için bu HES / termik /Jeotermal/ nükleer / RES / enerji ihtiyacı soruların cevapları her seferinde aynı yerde dönüyor: yeni ihtiyaçlar, sermaye, daha fazla büyüme için. Büyüme fetişizmi ise gerçek anlamda sorunları çözmenin ötesinde sorunları katlayarak arttırmaya devam ederek, her geçen gün yeni toplumsal ve ekolojik maliyetler yaratıyor.