Babamların yatak odasında yatağın başında duvara monteli pikaplı bir radyo, karşısında bir televizyon vardı. Altmışlı yıllarda köy evinde bu cihazların bulunması muazzam bir olay idi. O nedenle olsa gerek evimizin en değerli eşyaları olan bu radyo ve televizyona babam gözü gibi bakar, bir şey olmaması için büyük çaba gösterirdi. İşte bende kendi yaşantıma ait ilk anımı bu yatak odasında duvara asılı duran radyonun altında duran beşiğin içinde yatar pozisyonda, üstümdeki radyoya bakarken hatırlıyorum. Ne kadar doğrudur bilinmez ama hafızamdaki ilk anı bu. Yine bu odada çocukluk yıllarımda babamın bana dünyanın en büyük liderinin Atatürk olduğunu, yaptıklarını anlatmasını unutamıyorum. O zaman ilk defa görmüştüm Atatürk’ün fotoğrafını. Sevgim, bağlılığım, hayranlığım o günden beri artarak devam etti Atatürk’e. Marangozdu babam ve köye yakın bir kasabada çalışıyordu. İşe gidip gelmek için bir motoru vardı. Doğu Alman malı olan bu motor çok sessiz çalışıyordu. Ne kadarda sessiz olsa da akşamları kardeşlerimizle pusuya yatar o sesi duymak için kendi aramızda yarışırdık. Çünkü babam bizi motora bindirip gezdirmeyi çok severdi. Sesi ilk duyan motora ilk binerdi. Babam ara sıra bizlere hediye getirirdi. Bir yılbaşı günü kilerde saklanmış babamı bekliyordum.
Orada olduğumu bilmesine rağmen yüksek sesle beni aradığını hissettirip, heyecanlandırıyordu. Bulduğunda en büyük sevincim kucağına atlamak, hediyeyi almak olurdu. Yaşadığımız köyde sevilen, sayılan, örnek gösterilen bir insandı kendisi. Çalışkan, dürüst, sözüne bağlı, bir o kadarda karıncayı incitmeyecek kadar hassastı. Kimseyi üzmek istemez, üzmemek içinde sıkıntılarını dile getirmez, içine atardı. Ne bilsin ki bu huyu ileriki yaşlarda kendisine sağlık problemi yaratacak. İlk okul yıllarım köyde başladı. Kardeşlerim ortaokul ve lisenin aynı binada olduğu kasaba okulunda okuyordu. Ablamın bir gün bana anlattığını unutamıyorum. Babamın fotoğrafı bu kasaba okulunda duvarda asılı imiş. Fotoğrafın üstünde ise çalışmaları, davranışları ile kasabanın örnek insanları diye yazıyormuş. Bu fotoğrafı görmek için köy okulundaki yıllarımın bir an önce bitmesi için sabırsızlanıyor, çok çalışıyordum.
Nihayet ortaokul yıllarım geldi ve kasaba okuluna başladım. Okulda babamın fotoğrafının asılı olduğu duvarı bulmak için ter su içinde koşturup aradığımı dün gibi hatırlıyorum. Ve nihayet bulmuştum o fotoğrafı. Siyah, hafif dalgalı yana taranmış saçları, yüzünde biraz mahcubiyet, üstünde ceviz yeşili montu ile karşımda idi. Ne çok mutlu olmuş, gururlanmıştım babamla o gün. Bulgaristan’da Türklere karşı baskıların arttığı, dillerini konuşmaları, geleneksel kıyafetlerini giymelerinin yasaklandığı, isim değişikliklerinin konuşulmaya başladığı yıllardı o yıllar. Bu baskılara rağmen babamın kasabada örnek çalışanlar arasında gösterilmesi beni çok daha fazla gururlandırılıyordu. Türklere yapılan baskılar ailemize göç getirdi. Üzüntülü değil bilakis çok ama çok sevinçliydik. Çünkü yüzyıllar sonra ata topraklarımıza, bu toprakları bize vatan yapan Atatürk’e, akrabalarımıza kavuşacaktır. Babam göçmenliği, ateşten gömlek diye anlatırdı bize. Bu ateşten gömlek uzun süre hepimizin sırtından çıkmadı. Bu ateşi en çok ve en uzun süre babam hissetti. Özlemle kavuşmayı beklediği ama hiç bilmediği Türkiye’de ailesine sahip çıkmak, ev-bark-iş-güç sahibi yapmak, bizleri okutmak babamın ateşini hep diri tuttu içinde. Onun ateşini biraz olsun hafifletmek için çocuk olmama rağmen bende çalışmak istiyordum. Nasıl olsa köyde inek gütmüş, tütün dizmiş, tarla sulamış ve çapalamıştım. O zor yıllarda iş arkadaşı olmuştum babamla. Aynı iş yerinde babam usta ben çırak olarak çalışıyor öğle arası ekmek, domates, peynirle karnımızı doyuruyorduk. Babama göre çocuklar onsekiz yaşına kadar çalışmamalı, okumalıydılar. O nedenle çocuğu ile beraber çalışma durumunda kalmak babamı çok üzüyor, ağırına gidiyor, içindeki göçmenlik ateşinin sönmesini engelliyordu. Uzun süre böyle geçti yıllarımız. Kardeşlerim arasında okumaya tek ben devam edebildim. O nedenle benim sorumluluğumda başka idi. Kısa sürede Türkiye’ye adapte olup okulda başarılı olmak zorunda idim. Çalışmalarım karşılığını vermiş tıp fakültesini kazanmıştım. Tıp fakültesini kazandığımı duymaktan çok mutlu olmuştu babam. Sen oku yeter, ben gerekirse tuvalet bile temizlerim diyordu. Göçmenlik ateşi devam ediyordu babamın. Bende tıp fakültesini kazanmaktan mutlu olmuştum. Aileme bakacak, onların dertlerine derman olabilecektim. Okulu o nedenle minimum masrafla, tam zamanında bitirmiştim. Türkiye’ye adapte olabilmiş, hayatımızda dengeler oturmaya başlamıştı. Yaptığı çalışmalar, tutum ve davranışlar ile babama karşı toplum içinde duyulan sevgi ve saygı Bulgaristan’daki seviyeye ulaşmıştı. Tıp fakültesini bitirdiğimde beni mecburi hizmete, hayata otogardan tek başına uğurlamıştı. Biz sana güveniyor, inanıyoruz. Sen artık tek başına ayaklarının üstünde durabilir, vatanımıza hizmet edebilirsin demişti. Mecburi hizmet sonrası Manisa’ya tayin olmuş, işe İzmir’den gidip geliyordum. Bir yıla yakın süre babam ile işe giderken yol arkadaşlığı yaptım. Bu beni çok mutlu ediyordu. Sonra uzmanlık eğitimi, bu eğitim sonrası çalışmak için tekrar mecburi hizmet ve ailemden uzun süre ayrılış. Hayatımızda göç ve göçmenlik ateşi düşük tempoda olsa bile devam ediyordu. Babamın yıllardır içine attığı, dile getiremediği, paylaşamadığı sıkıntılar, göçmenlik ateşinin hayatına getirdiği yükler görünür olmaya başlamıştı. Önce ellerinde, sonra gövdesinde deride yaralar çıkmaya başladı. Yaraların biri geçiyor diğeri çıkıyordu. Bu yaralar babamın yaşamında hiç bir zaman son bulmadı, yıllar içinde giderek arttı. Ne kadar tetkik, hastaneye yatış yapıldı ise de doktorlar tarafından hastalığın en önemli sebebi hep yaşadığı sıkıntılar olarak gösterildi. Babam her zaman yaptığı gibi bizi üzmemek adına bu hastalıkla yaşamaya alışmış gibi görünse de, hepimiz üzüldüğünü çok iyi biliyorduk. Hastalığın etkileri giderek artıyor, hareket kabiliyeti, gücü, becerileri yavaş yavaş azalıyordu. Yaraların ayak tabanlarında çıkmaya başlaması ile babamın yatağa bağlılık yılları başladı. Yatağa bağlılık ve yataktan kalkış periyotları sık sık tekrarlamaya, yatağa bağlılık süreleri ve hastalık komplikasyonları giderek artmaya, uzun süreli olmaya başladı. Hayat ateşinin etkileri vücuttaki derilerden sonra, dilde, damaklarda, yemek borusu ve midede de görülmeye başladı. Ateş için için yanıyor, tüm vücudu sarıyor, etkileri giderek artıyordu. Babam artık tamamen yatağa bağlı hale gelmişti. Özbakımını yapamaz hale gelmek, hissettirmesede kendisini üzüyordu.
Bu yıllar aramızda mahremiyetin kalktığı, birbirimizi tanıma sürecinin devam ettiği zamanlardı. Babamın bedeni, hayatta bizleri yaşatmak, ayakta dik ve onurlu bir şekilde tutabilmek için verdiği mücadelenin, paylaşmadığı ve içine attığı sıkıntıların, hayat ateşinin yakıcı, şarapnel benzeri etkilerinin izleri ile dolu idi. Bu izler aslında babamın bizler için hayat ateşine karşı vermiş olduğu ve kazandığı başarıların birer onur madalyası idi. Ve babamın vücudunun her santimetre karesi bu madalyalar ile dolu idi. Bu madalyaları sıvazlamak, okşamak bana mutluluk, gurur, övünç veriyordu. Hastalığın yakıcı etkisi babamın içini ve dışını, yani tüm vücudunu artarak sarıyordu. Ne hikmetse hastalığın tutmadığı tek vücut parçası alnı ve yüzü idi. Hastalığı sürecinde acı çektiğini çok iyi biliyorduk. Ama tek bir gün bile bize acı çektiğini söylemedi, hissettirmedi.
Ve son bakış. Okul duvarında fotoğrafta gördüğüm siyah hafif dalgalı saçlar beyazlamış ve seyrelmiş, yüzünde bizden ayrılmanın verdiği üzüntü, gözlerinde durgunluk ve ağır bir yorgunluk, alnında derin ama ak ve temiz çizgiler, babamın adam gibi adam olmasını sağlayan ve sürekli arkasında duran anneme, ona selam söyle deyişini hissettiğim bakışlarından bir iki dakika sonra gözlerini kapatışı ve uykuya dalışı.
Oyun, iş ve yol arkadaşım, rol modelim, gurur kaynağım, varlık sebebim BABAM, onurlu geçmişini ve madalyalarını bize miras bırakarak, çok sevdiği sessiz motoruna tek başına bindi ve sonsuzluğa uçtu gitti.