Yine yanıyor ormanlarımız. Yine ekranlarda alevler, sosyal medyada çaresiz çığlıklar. Ve yine sorular: “Bu yangın neden çıktı?”, “Neden yeterince önlem alınmadı?”, “Neden bu kadar geç müdahale edildi?” Ama biz bu soruların yanıtlarını aslında çoktan biliyoruz. Çünkü bazı ormanlar kazara değil, bile bile yakılıyor.

Birileri gözümüzün içine baka baka, toprağı, ağacı, canlıyı hiçe sayarak, birkaç kat fazla kazanç için doğayı ateşe veriyor. Ve bunu yaparken arkasına karanlık ilişkiler, çıkar hesapları, imar planları gibi görünmez ama etkili kalkanlar alıyor. Çünkü biliyorlar ki, yanan ormanın ardından çoğu zaman beton yükselir. Oteller, villalar, yol projeleri… Bir yangının küllerinden doğan “yeni dünya”, doğanın değil, rantın eseridir.

Oysa yanan yalnızca ağaç değildir. Bir karacanın yavrusudur o dumanda boğulan. Bir kuşun yuvasıdır. Bir çam kozalağının içindeki gelecek nesildir. Ve biz insanlar da aslında farkında olmadan kendi oksijenimizi, kendi iklim dengemizi, kendi sağlığımızı yakarız her alevle birlikte.

Sonra çıkıp “doğaya saygı”dan, “yeşil dönüşüm”den, “sürdürülebilirlik”ten bahsederiz. Ama doğaya olan en büyük ihanet, onun göz göre göre yok edilmesine sessiz kalmaktır. Çünkü bazen en büyük suç, eylem değil, eylemsizliktir.

Bir ağacın yanması sadece o ağacın meselesi değildir. Bu bir insanlık suçudur. Ve bu suçun failleri yalnızca kibriti çakan eller değil, göz yumanlar, susturulanlar ve susturulanlara sessiz kalanlardır.

Doğanın intikamı yoktur; ama hafızası güçlüdür. Unutmaz. Ne yağmuru ne kuraklığı tesadüfen yollar. Ve bir gün, bizler de doğanın bu hafızasında yalnızca bir dipnot olarak kalırız: “Gördüler, sustular.”