Türkiye ekonomik büyüme adı altında, birçoğu “devletin cebinden 5 kuruş” harcanmadan yapıldığı iddia edilerek özel sektöre havale edilen enerji ve büyüklü küçüklü inşaat projeleri ile “beton yönetsellik” arkasında, gerek toplumsal gerekse de ekolojik ciddi tahribatlar yaşamaktadır. Bu beton yönetselliğin arka planını, küresel ölçekte uygulanmaya konan neoliberal politikalara Türkiye’nin 1980’den itibaren eklemlenmesi ve Türkiye ekonomisinin yapısal dönüşümü oluşturuyor. Son 15 yılda zirvesine oturan bu yapısal dönüşüm, klasik ekonomik kalkınma söylemini kullanırken, ekonomik büyümeden yararlanacak toplumsal kesimlerin değiştiğini görüyoruz. Bu neoliberal çağda, ekonomik büyümenin özel sektöre havale edildiğine, büyümeyle gelen servetin de toplumun farklı tabakalarına doğru yayılmadığına, aksine servetin toplumun üst katmanlarında biriktiğine şahitlik ediyoruz.
Bu dönemde kamu yararı, toplumsal eşitlik gibi kritik öneme haiz konular da tamamen rafa kaldırılmıştır. Neoliberal çağda servet birikiminin özellikle finans sektörüne kaymasıyla borçlandırılan; borçlandıkça kırılganlaşan; kırılganlaştıkça sistemin dışına doğru itilen toplumsal yığınlar ortaya çıkıyor.
Bu dönemde özel sektörün bekası için doğal kaynaklar ve ekosistemler korunması gereken bir unsur olarak değil, değişim değerine göre ekonomiye katılacak bir meta veya projelere alan açmak için temizlenmesi gereken bir unsur olarak kodlanıyor. Ayrıca ekolojik varlıkların kendine özgü değerlerinin görmezden gelindiğine ve ekosistemlerin temiz hava, temiz su, temiz toprak gibi düzenleyici işlevlerinin işlevsizleştirildiğine şahit oluyoruz. Küresel ölçekte gerçekleşen taşın, toprağın, dağların, yeraltı kaynaklarının, havanın, suyun piyasa mekanizmalarına eklemlenerek metalaştırılması yaşam alanları üzerinde kalıcı hasarlara sebebiyet veriyor; daha önce karşılaşmadığımız ölçekte yaşamın tamamen tükendiği “ölü toprak, ölü su” alanları yaratıyor.
Doğanın kendinden menkul değerinin tamamen göz ardı edildiği, piyasa mekanizmalarının hakimiyeti altında çevre korumanın rafa kaldırıldığı, sürekli bir büyüme söyleminin pompalandığı bu dönemin önemli bir izdüşümünü Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın politikalarından izlemek mümkün. Enerjinin nasıl ve ne için üretilip tüketileceği, iklim krizinin de yakıcı bir unsur haline gelmesiyle sadece bölge ekosistemleri için değil gezegen ölçeğinde de azami derecede önem kazanmıştır. Enerji Bakanlığı 2017 Raporuna göre, Türkiye’de; 2002-2016 yıllarında elektrik enerjisi kurulu gücü ve elektrik üretimi 2 kattan fazla artmıştır. Bu süreçte kaynaklara göre dağılımın yüzde 33,7’sini hidrolik, yüzde 29’unu doğal gaz, yüzde 22,1’ini kömür, yüzde 6,7’sini rüzgar, yüzde 1’ini jeotermal, yüzde 1’ini güneş, yüzde 6,5’ini ise diğer kaynaklar oluşturuyor. Rapora göre 2016-2023 yılllarında ise elektrik üretimi ve kurulu gücü 1,5 kattan fazla artacak. Fakat Enerji Bakanlığının raporuna bakınca tüm bu artışlara rağmen planlanan santrallerin çevreye olan olumsuz etkilerinin nasıl azaltılacağı konusuna yeterince önem verilmediği görülmektedir. Siyasi erke göre kesintisiz ekonomik büyüme için, yüksek enerji talebi karşılanırken dışa bağımlılığın azaltılması ve cari açığın kapatılması, enerji arz güvenliğinin sağlanması için, yerel enerji kaynaklarının ivedilikle üretime açılması yani enerji üretim kapasitesinin geliştirilmesi gerekir. Fakat ülke kalkınma seviyesini enerji tüketimine endeksleyen bu bakış açısı “enerji verimliliği” (dolayısıyla enerji kayıplarının nasıl azaltılabileceği) konusunu ise derinlemesine tartışmıyor.
Enerji Bakanlığınca “milli enerji” olarak lanse edilen yerel enerji kaynaklarının üretime açılmasında aslan payını yerli kömür oluşturmakta, aktif durumda olan 26 termik santrale ek 70 termik santral projesi eklenmesi planlanmaktadır.
Enerji Bakanlığının sürekli şekilde Türkiye’nin gelecekte ihtiyacı olacak ek kurulu enerji gücü ihtiyacı rakamlarını yüksek göstermesi, Türkiye’de gereksiz enerji santrallerinin kurulmasına ön ayak olmaktadır. Türkiye’de uygulanan kömüre hücum politikasının, dünyada en önemli sorun haline gelen iklim değişikliğini denklemden çıkartarak piyasa mekanizmalarına terk edildiğini göstermektedir. Enerji Bakanlığı iklim değişikliği etkisini en aza indirme gerekçesi ile ülkenin potansiyel yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasını, AR-GE çalışmalarının yapılmasını ve yaygınlaştırılmasını kontrolsüz, plansız, denetimsiz ve ekoloji dışlanarak teşvik etmektedir. Oysaki yenilenebilir enerji kategorisinde olan HES’ler, JES’ler, RES’ler kuruldukları bölge ekosistemleri üzerinde muazzam tahribat yaratmaktadır. Bakanlık, yenilenebilir enerji kaynakları arasında yer alan jeotermal potansiyelini arttırabilmek için olağan üstü çaba göstermektedir. Enerji Bakanlığı raporunda jeotermal potansiyelin gün yüzüne çıkarılmasındaki amacın yatırımcılara yönelik olduğu belirtilirken, jeotermal enerji üretiminin çevreye ve halk sağlığına verdiği zararların nasıl telafi edileceği yönünde herhangi bir bilgi ise bulunmuyor. Oysa, özellikle Aydın ve çevresinde yoğunlaşan JES’lerin toplu zehirlenmelere sebep olduğuna, kanser vakalarını arttırdığına, tarım alanlarını çoraklaştırarak bölge çiftçisinin geçim kaynağı olan incir ve zeytin gibi ürünleri tahrip ettiğine, hayvan ölümlerine yol açtığına ve su kaynaklarını kirlettiğine yönelik basına da yansıyan haberler bolca mevcut. Bölgede jeotermal enerji üreten şirketlere yönelik denetim eksikliğinin şirketlerin çevre kirlenmesine karşı önlem almamasını teşvik ettiği görülmektedir. Enerji Bakanlığı yenilenebilir enerji kaynaklarını sadece potansiyel enerji çeşitliliği olarak irdelerken, sebep oldukları iklim değişikliğine ise kesinlikle değinmemektedir. Türkiye’de ekolojik durum, ekonomisinin neoliberal dönüşümüyle doğrudan ilintilidir. Kamunun piyasayı özel sektöre yönelik yeniden “kurallaştırmasına”, çevre korumalarla ilgili birçok uygulama ve mevzuatın rafa kaldırılmasından doğan “kuralsızlaştırma” niteliği eşlik etmektedir. Türkiye’de 2002 yılı sonrası özel sektörün enerji piyasası üzerindeki etkisi hızlı bir şekilde arttı. Bu süreç içinde üretilen enerjinin devlet garantisi altında olmasının ve projelere yönelik devlet teşviklerinin verilmesinin, özel sektörün enerji alanına girmesi için ana cazibeyi oluşturmuştur. Bunun yanında çevre korumaya yönelik kanunların çevrenin aleyhine düzenlenerek bu alanların madencilik ve enerji üretimi yollarıyla sermaye birikimine açılması da özel sektörü enerji piyasasına girmek için motive eden unsurlardan biri oldu. 2002’de kurulu enerji gücündeki kamunun payı yüzde 66.1’iken, Ekim 2016 sonu itibariyle bu oran özel sektör lehine yüzde 26’ya düşmüş durumda.
Ancak bu devredişten devletin rolünün sönümlendiği anlamı çıkarılmamalıdır.
Serbest piyasa koşullarını güçlendirmek, sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmak olarak kodlanan neoliberal devlet pratikleriyle devletin önemli rolü devam ediyor. Buna örnek olarak, çevre korumaya yönelik kanunların son yıllarda çıkan KHK’larla delinmesi yoluyla enerji projelerinin önünün açılması verilebilir. Daha yakıcı bir örnek olarak ise, Eylül 2016’ta torba yasayla, stratejik yatırımlar adı altında projelerin onay süreçlerini Bakanlar Kurulu’nun kararına bırakan, kamu mallarını ve arazilerini şirketlere bedelsiz devrinin önünü açan Madde 80 gösterilebilir. Türkiye’de genel eğilim; merkezi yapının doğayı özel sektöre altın tepside sunduğu, “çevresel sürdürülebilirliğin” dikkate alınmadığı, ekolojik varlıkların sadece yatırım nesnesi olarak görüldüğü, doğal mekanlara sermaye birikiminin artmasını teşvik edecek kaynaklar olarak bakılmasıdır.
Şirketlere verilen muafiyetlerin ve hukukun altının oyulmasının eşlik ettiği süreç içinde siyasi erk, özel sektör için adeta dikensiz bir gül bahçesi yaratmaya çalışıyor. Türkiye’de kamunun özel sektörün önünü açma gayreti, 2023 yılı ve ötesinde yüksek karbon ekonomimizin katlanarak artacağını, sağlıklı çevrede yaşama hakkımızın ise gasp edilmekte olduğunu kanıtlamaktadır.
Sağlıklı çevre koşullarında yaşamak isteyenler ve suyu, toprağı, havayı savunan istisnasız herkes ise siyasi erk tarafından neoliberal sistemin parazitleri olarak kodlanırken, beton-yönetselliğe dayalı büyüme politikaları muazzam bir ekolojik tahribatı da beraberinde getirmektedir. Ekolojik varlıkların meta değerine indirgenebildiği ve piyasa dizgisine eklemlenebildiği müddetçe bir anlam ifade ettiği bu çağ, arkasında “ölü toprak, ölü su” alanları yaratarak yaşam alanlarını tüketmektedir. Sonuç olarak Türkiye’de büyüme fetişizmi adına yüksek enerjiye dayalı uygulamalar gerçek anlamda sorunları çözmenin ötesinde sorunları katlayarak arttırmaya devam etmekte, her geçen gün yeni toplumsal ve ekolojik maliyetler oluşturmaktadır.