Bulmaca gibi oldu değil mi?
O halde ne demek istediğimizi izah edelim.
Bir devletin yükselip çağın en kudretli devleti olması ya da çöküşe geçiş ve tarih sahnesinden çekilmesi, ilim erbabının niteliği ile yakından ilgilidir.
Bu olguyu, tarihi gerçeklerden anlamak mümkündür.
Buna iki örnek vererek daha anlaşılır hale getirebiliriz.
Vereceğimiz iki misali sizler muhakeme ederek bir neticeye varabilirsiniz.
Birinci örnek…
Edip Hocaların varlığı…
Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir isimli eserinde Erzurum bahsinde Edip Hoca’dan bahseder.
Edip hocanın naklettiği hadise esas itibariyle bir devletin çöküşünü, bir milletin yok oluşuna delalet açısından çok önemli bir anekdottur.
Evvela hikâyeyi nakledelim:
“Edip hoca gençliğinde politikaya girmişti. Hatta bir zamanlar ittihat ve Terakki’nin fail bir azası olarak Meşrutiyeti ilk yıllarında Arnavutluk’a gönderilen Heyeti Nasıha arasında o da vardı. Bu seyahatinde başından geçen bir hadiseyi sık sık anlatırdı.
Misafir kaldığı bir Arnavut beyinin evinde iken günün birinde Be’indağ kabilelerinden birinin reisi olan uzak akrabasının bütün maiyetiyle konağa geldiğini görürler. Mahalli adete göre misafirlerin beraber ağırlanması şartmış. Akrabasını çok iyi tanıyan ev sahibi bu zarureti Hoca’ya anlatır, “Çare yok katlanacağız. Daha doğrusu siz katlanacaksınız. Aksi takdirde kül oluruz” der. Ayrıca da çok dikkatli olmasını sıkı sıkı anlatır. Edip Hoca ister istemez razı olur. Gece yataklar serilir. Yeni misafir Edip Hoca ile kendi arasına evvela silahlarını, dolu tabancalarını, fişenklerini, sonra da en iyi cinsinden bir serfice tütünü paketi koyar. Yatağa girdikten sonra “Hoca, sar bir ciğara seninle konuşacağım” der. Eski tâbîriyle izdanbuta benzeyen oda arkadaşını ve bu arkadaşlığın verdiği rahatsızlığı uykunun âleminde unutmağa hazırlanan Edip Hoca cıgarayı sarar ve bekler. Adamcağızın meselesi gayet basitmiş. Kardeşinin kızına aşıkmış. Onunla evlenmeğe karar vermiş. Fakat işe pek aklı ermediği, daha doğrusu sağdan soldan bu işin haram olduğunu söyleyenler bulunduğu için bu hususta İstanbul’dan geldiğini bildiği Hoca’nın fikrini almak istiyormuş. Hatta seyahatinin sebebi biraz da bu imiş.
Hoca bittabi “Aman, nasıl olur? Kardeşinin kızı senin kızın demektir. Haramdır.” cevabını verir. Fakat âşık Arnavut beyi kararını değiştirmek niyetinde değil. Zaten fikir sormuyor, sade bu işe Hoca’nın razı olmasını, yani bir nevi fetva istiyor. ”
Edip hoca çaresiz tabi…!
Helali haram; haramı helal yapmaktan başka…
İkinci örnek…
Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendilerin varlığı…
Malum,Yavuz Sultan Selîm Han, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere karşı son derece celâlli bir pâdişahtı.
Ancak bu celâli de, cemâli gibi Allâh’ın emirleri dâiresinde âdeta eriyip yok olmuştu.
Ondaki Allâh korkusu her şeyin üzerindeydi.
Bir seferinde, hazinedeki ihmallerinden dolayı vâkî olan hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti.
Durumu öğrenen Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden buna mânî olabilmek için alelacele ve destur bile almadan Yavuz’un yanına vardı.
Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan dinledi.
Yavuz:
“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur…” şeklinde sert bir cevap verdi.
Bunun üzerine Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle şu mukâbelede bulundu:
“–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zîrâ bizim vazîfemiz sizin âhiretinizi korumaktır…”
Yüce İslâm’ın kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sâkinleşen Yavuz Sultan Selîm Han:
“–Umûmî ahvâlin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok mudur?” diye sordu.
Zenbilli Ali Efendi:
“–Bunların öldürülmesi ile âlemin düzelmesi arasında bir alâka yoktur. Suçlarına göre cezâ gerekir…” dedi.
Koca orduları dize getiren pâdişah, başını önüne eğdi ve kararını geri aldı.
Bundan son derece memnûn olan Zenbilli, tam huzûrdan ayrılıyordu ki, tekrar geri döndü. Kendisine merakla bakan Yavuz’a:
“–Sultanım! Birinci talebim, dînimizin hükmünü teblîğden ibâretti. İkinci bir talebim daha var ki, bu da sâdece bir ricâdır…” dedi ve ilâve etti:
“–Sultanım! Bu mücrimlerin suçları kendilerine âittir. Ancak onlar, hapisteyken mâsum âilelerine kim bakacak? Dolayısıyla sizden ricam, verilecek cezâ bitene kadar bu mücrimlerin âilelerine nafaka bağlamanızdır.” (Bkz. Mustafa Nûri Paşa, Netâicü’l-Vukûât, Ankara 1987, c. I-II, s. 90-91)
Bu ikinci talebi de yerine getiren Yavuz, hiç şüphesiz ki farkında olduğu ilâhî mes’ûliyetin îcâbını îfâ ediyordu.
Bununla birlikte manayı sadece lafzın/zahirın sınırladığı çerçevede arayanlar da akıl, tefekkür, tedebbür, teemmül, tezekkür ve tefakkuh etme gibi Kur’anî emirlere görev bırakmamış olurlar ve bunlarla talep edilen şeyleri belirsizleştirerek sığ bir zahirilikle yetinmek zorunda kalırlar.
İki hadisenden ne anladık acaba?
Biri, Koskoca Osmanlı devletinin çöküşünün emarelerini…
İkincisi ise Cihanşümul bir devletin varlığını…
Fark, bu kadar bariz.
Sonuç: Edip Hocaların çokluğu felaket; Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendilerin çokluğu ise kudrettir hükmü çok doğru ve yerindedir.