Bir ülkede adaletin sesi kesilirse, insanlar çareyi ya sessizlikte ya da çığlıkta arar. Türkiye’de ise bu çığlık, sabah kuşağı programlarında yankılanıyor. Kaybolan kızlar, boşanmak isteyen çiftler, DNA testleri, aile içi şiddet… Her biri adliyede çözülmesi gereken meseleler, televizyon stüdyolarında reytinge çevriliyor. En acısı da ne biliyor musunuz? Halk artık buna alıştı.
Artık birileri kaybolduğunda önce karakol değil, televizyon aranıyor. Çünkü insanlar, adaletin işlemediğine inandıkları yerde umudu medyada arıyor. Ve o medya, bu umutsuzluğu ticarete çeviriyor. Stüdyolar mahkeme salonuna, sunucular hâkime, sosyal medya da jüriye dönüşüyor. Hukukun yerine ‘reyting adaleti’ geliyor.
Peki bu yayınları saatlerce izleyen halkın ruhu ne hale geliyor? Her sabah aldatılan kadınlar, şiddet gören çocuklar, kan davası gibi süren aile içi kavgalar ekranlara dökülüyor. Bu kargaşa içinde gerçek hayatla olan bağlarımız zayıflıyor. Travmalar normalleşiyor. Şiddet kanıksanıyor. İnsanlar birbirine güvenini kaybediyor.
Bu, sadece bir reyting meselesi değil. Bu, adalete olan güvenin çöküşüdür. Mahkemelere değil kameralara konuşan bir toplumun geleceği pusludur. Çünkü adaletin yerini şov almışsa, vicdanlar artık susturulmuş demektir.
Devletin, yargının, medyanın ve en çok da toplumun kendine şu soruyu sorması gerekiyor: Biz bu hale nasıl geldik? Ve daha da önemlisi: Buradan nasıl çıkacağız?
Adalet sadece mahkemede aranmaz, ama en azından oradan başlamalı. Yoksa hepimiz, hiçbir suçumuz yokken, ekran karşısında cezalandırılmaya devam edeceğiz.