Batıya ram olmakla Avrupalı olunmuyor. Modernist-Pozitivist- Batıcı elitist aydınlar şunu bir türlü akledemiyor veya akletmek istemiyor: Batıcı olunduğunda her şey tamam. Avrupa, sanki boyacı küpü. Küpe girdiğinizde onlardan oluyorsunuz. Yok, öyle bir şey. Son dönem büyük mütefekkir ve felsefecimiz rahmetli Prof. Dr. Teoman Duralı bu hakikati şöyle ifade ediyor: “Avrupalıyız diyenler kendilerini aldatıyorlar. Avrupalı değiliz. Avrupalının nirengi noktaları, bizde asla yok. Türk olmak için Müslüman olmak lazım. Aynı şey Avrupalı için de geçerli. Avrupalı olmak demek, Hıristiyan olmak demektir. Önce bunu kabul edersiniz. Hıristiyan olmadıkça Türk Avrupalı değildir. Hıristiyan olması yeter mi? Yetmez. Din değiştirsek de, vaftiz olsak da olmaz. Çünkü onun tarihi süreci var. O tarihi süreçten geçmedik (Gerçek Hayat dergisi, sayı:846). Ama illaki Avrupalı olacağız diye şahsiyetimizden tavizler vererek; hatta vazgeçerek var gücümüzle Batıcı olmaya (Batılı değil) çabalıyoruz. Onu da beceremiyoruz. Günümüz batıcı aydınları da geçmiştekiler de Batıcı olmayı marifetmiş gibi bu millete sundular. Sunmaya da devam ediyorlar. Esas itibariyle bu hakikat, yani Modernist-Pozitivist-Batıcı elitist aydınlarının ruh halleri, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur(shf.:275-276) romanındaki kahramanlar marifetiyle yüzümüze çarpılmaktadır. Romanda dönemin belirli bir dünya görüşüne sahip olamamış aydınlarının, daha açık ifadeyle toplumun ikilem içindeki huzursuzlukları dillendirilmektedir. Yozlaşmanın ve çürümüşlüğün; dolayısıyla içtimai çözülmenin hangi boyutlarda olduğunu göstermesi açısından ehemmiyet arz etmektedir. Roman’da kendisini batı karşısında geri, aşağı gören bir zihniyet şöyle tasvir ediliyor: Sekülerleşmenin bir toplumu hâkim uygarlık karşısında nasıl “eziklik” hissiyatına sahip yaptığını göstermesi açısından şu iktibas/alıntı önemlidir: “Emin Dede maddesinde ve medeniyetinde gizli bir adamdı. Bu kadar büyük bir sanatkarda, her hangi bir sanatkarane edayı, şahsiyetini bir uca taşımış, orada kendi içi fırtınalarıyla yaşamış olmanın verebileceği bir değişikliği aramak beyhude idi. Daha ziyade aynı sahile çarpan bir yığın dalganın asırlar boyunca yaladığı, yuttuğu, bütün kenarlarını sildiği hususiyetlerini giderdiği bir çakıl taşına benziyordu; her hangi bir kumsalda gezerken binlercesini gördüğümüz o yuvarlak ve sert çakıllardan biri! Hatta aramızdan el ayak çekmiş bir âlemin son ışıklarını muhafaza ettiğini, bir nevi zengin hazinedarı olduğunu dahi göstermiyordu. Tevazuu içinde hayatımızdaki bu değişikliğin, kendisini ve sanatını muhteşem bir harabe yahut güneş batması gibi bir şey yapan üst üste inkârların bile farkında olmadan, herkese karşı dost ve eşitti. Ve Mümtaz onun şimdi evinin bahçesinde, sonbahar güneşi altında, siyah elbisesi içinde ve herhangi bir insan gibi oturuşunu seyrederken öbür âlemin o kadar sevdiği ustalarını, Emin Dede’nin varlığında haberdar bile olmadığı ruh iklimlerini yaratanları farkında olmadan düşündü. Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu gördüğü edebiyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden iştahları ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkansız bir Atlas gayretiyle gerilmiş guruları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir aslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Hâlbuki bu şöhretsiz dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkârdan ibaretti. Bu inkârlar, mutlaka beslenen bir aşkta ve hayatın umumi gürültüsü içinde bu çifte kaybolma kararı sadece Nuri Bey’e ait bir şey değildi. Bu kendi iradesiyle yahut medeniyetinin terbiyesiyle silinmiş çehreyi sonsuz itişlerle geriye doğru götürerek ondan bir Aziz Dede, bir Zekai Dede, bir İsmail Dede, bir Hafız Post, bir Itri, bir Sadullah Ağa, bir Basmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir Murat Ağa, hatta bir Abdülkadir-i Meragi, hülasa bizim tarafımızı, belki en zengin his tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkündü. Onlar bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı seven insanlardı. Hiçbir azdırıcı ile kendilerini çıldırtmamışlar, saf bir idealin etrafında, içlerindeki hayatın henüz uyanmamış mahmur günlerinden yığın yığın baharlar açmakla kalmışlar, sanatlarını bir benliğin behemehal ikrar vasıtası olarak değil , büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı. İşin garibi muasırları da bunu böyle görmüşlerdi.” Kendimiz olamazsak; kendileri gibi oluruz. Vesselam.