Dünyada tarım alanlarının tahrip edilmesi, GDO’lar, iklim değişikliği, kuraklık, susuzluk, açlık ve gıda güvenliği, atıklar, kentleşme sorunları ve diğer ekolojik sorunlar yeni ortaya çıkmadı. Tarihte Sümer, Mısır, Maya vb. uygarlıkların ekolojik nedenlerle sona erdiği bilinmesine rağmen dünyada çevre sorunlarının gündeme gelmesi, 19’uncu Y.Y’da sanayi devrimi ve kapitalizm ile oldu. Kapitalizmle birlikte tarımsal alanlar çiftliklere dönüştürüldü ve tarım endüstrileşti. Topraklar köylülerin elinden alındı, köylüler ücretli köleler olarak kentlerdeki ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için kırdan kente göç etmeye başladılar. Toprağın doğal döngüsü bozulurken kentler, fabrikalar-hava kirliliği-asit yağmurları ve atık sorunları ile birer kirlilik kaynağına dönüştüler. Teknolojik yeniliklerle elde edilen büyüme daha büyük tarımsal üretim kapasitesi ortaya çıkartsa da, dünyada açlık ve yoksulluk azalmadı, aksine artmaya devam etti. Endüstrileşen aşırı tarımsal üretim, topraktaki verimliliğinin azalmasına sebep olduğu gerekçesi ile tarım kimyası geliştirildi, büyük fosfat-potasyum ve azot fabrikaları kuruldu. Zirai ilaçlar, gübreler ve GDO’lu tohumlar toprakta yüksek verim artışlarına neden olurken kısa sürede toprağın çoraklaşmasına sebep olmaya başladılar. Biyoçeşitlilik yok edilerek gen kaynakları şirketlerin ARGE’lerinde toplanıyor. Bilgi şirketlerin tekeline geçiyor. Endüstrileşen tarım dünyada zaman zaman ortaya çıkan kuş gribi, Sars gibi pek çok salgın hastalıkların, kanserlerin ortaya çıkmasına ve yayılmasına sebep olmakta. Ne tesadüf ki dünyada salgın hastalıklar ve kansere karşı ilaç üreten bu şirketler, dünyada salgın hastalıklar ve kanserlerin artmasına neden olan GDO’lu tohumları ve tarımsal ilaçları da üretmektedir. Tüm bu ölümcül salgın hastalık ve kanserler ise toplumun özellikle en yoksul kesimlerini etkilemektedir. 2019 Dünya Su Raporuna göre 2 milyar insanın temiz su kaynaklarına düzenli erişimi yok. Her gün sayıları on binlerle ifade edilen insan bu yüzden ölüyor. Su sorunu büyüdükçe de sermayenin suyu ticarileştirmesi ve suyun pahalılaşması paralel ilerliyor. Sayıları parmakla ifade edilebilecek kadar olan çok uluslu şirketler, bir yandan su kaynaklarının kirlenmesine ve yok olmasına yol açarken aynı şirketler, su ticareti yapan şirketlerin de başını çekiyor. Suyun piyasalaştırılması ise dünyadaki gelir eşitsizliği ile birlikte tam bir su adaletsizliğine yol açmakta. Dünyada kullanılan suyun yüzde 85’ini nüfusun yüzde 12’si tüketmektedir. Sanayi devrimi sonucu giderek artan sera gazı emisyonları ve buna bağlı meydana gelen iklim değişikliği dünyada şiddetli kasırgalar, yüz binlerce can alan seller, gıda güvenliği ve kitlesel açlık tehlikesi ile ilgili felaketlere sebep olmaktadır. Türkiye, dünyada sera gazı emisyonlarının en hızlı arttığı ülkeler arasında olup, iklim değişikliğinden ilk etkilenen ülkeler arasında yer almaktadır. Sera gazının en önemli sebebi ise enerji üretim tesisleridir. Kapitalist sistemde ise gelişmişlik kriterlerinden en önemlisi enerji kaynaklarına sahip olmak ve enerji üretim potansiyelidir. Enerjinin kapitalist sistemin varlığı ve devamı için ana role sahip olması nedeniyle, sermayenin enerji konusunda süreci elinde tutmak ve yönetmek istemesi, ülkeler düzeyinde siyasal iktidarları belirleme ve yönlendirme girişimlerinde bulunmasına, siyasal rejimlerin de sermayenin taleplerini yerine getirme doğrultusunda gittikçe daha otoriter ve anti demokratik bir hal almasına yol açmaktadır. Türkiye’de her geçen gün artan yeni termik santral-RES-HES-JES-GES ve nükleer santral projeleri, rejimin anti demokratik uygulamaları ile at başı gitmekte, kamusal varlıklar olan toprak-hava-su kaynakları özelleştirilmekte, tarımı çökerten bütün kirli yatırımlar ülkeye gelmekte, ülke giderek daha fazla emperyalist merkezlere bağımlı hale gelmektedir. Ülkemizde kurulan nükleer santraller-termik santraller-HES-RES-JES-GES’ler ise sermayenin enerji ihtiyacını azaltmayacak sadece kapitalistlerin bu alandan daha fazla kar elde etmesini sağlayacaktır. Dünyada belli aralıklarla ekonomik krizler yaşanmakta, bu krizlerin bedelini de yoksullar daha fazla ödemekte. Yoksul ülkeler, artan dış borç yükleri karşısında emperyalist ülke ve kurumların kredilerini ve borçlarını ertelemelerine karşılık, özelleştirmelere-sularının ve ormanlarının sermayenin hizmetine sokulmasına, doğal varlıklarının yağmalanması için şirketlerin önündeki engellerin kaldırılmasına olanak sağlayan yasalar yapmaya zorlanmaktalar. Bu doğrultuda çıkan yasalar ile Türkiye tarımının IMF ve DTÖ politikalarıyla tasfiyesi ise Türkiye’de yaşanan en büyük ekolojik yıkımdır. Görünen o ki, dünyada kapitalist sömürü sürecine eğer dur denilmezse, yaşanan iklim değişikliği ve sonuçları insanlığı gezegen düzeyinde yok oluşa sürükleyecektir. Dünya, kaynaklarının kapitalist kar hırsıyla değil, toplumsal ve küresel bir adaletle paylaşımı ve planlanması fikriyle ancak yaklaşan ekolojik felaketten kurtarılabilir. Bugün dünya tarımı sermayenin tercihleri doğrultusunda çökertilmiştir. O nedenle ekolojik krize karşı mücadelenin odağında tarım olması gerekir. Dünyada çevreci halk hareketleri,  çoğunluğu köylü tabanlı bir toplumsal muhalefet dinamiği olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Son otuz yıllık süreçte Türkiye’de de filizlenen yerel ve çoğunluğu köylü tabanlı çevre hareketleri Türkiye’deki çevre mücadelelerinin asıl öznesi haline gelmiştir. Türkiye’de çevrecilik, Avrupa’daki örneklerine kıyasla, geleneksel sınıf hareketiyle arasına daha fazla mesafe koyan bir rotada ilerledi. Bu bakış açısının yarattığı alışkanlıkla, çevre mücadeleleri toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri ile bir araya gelemedi. Türkiye’de çevre halk hareketi Bergama köylülerinin mücadelesi ile şekil ve boyut değiştirmiştir. Bergama köylüleri, Türkiye’de çevre mücadelelerinin halklaşmasının kapısını aralamakla kalmamış, Türkiye çevre hareketi açısından halen en büyük deneyim barındıran ve en fazla ders çıkartılması gereken bir pratiği de kazandırmıştır. Bu halk hareketine zaman içinde Eşme, Artvin, İda Dağları, Sinop, Fırtına Deresi, Munzur, Hasankeyf, Köprübaşı, Çaldağı, Efemçukuru, Akkuyu, Ergene Havzası, Yırca, Kızılcaköy, Başköy vs. derken artık saymakla bitmeyen Türkiye’nin hemen her ilinde kendi yerel yurttaş inisiyatiflerini oluşturmuş, genelde yoksul köylü tabanlı, toplumsal talepleri de olan, antikapitalist direniş odakları ortaya çıkmıştır.  Sonuçta geldiğimiz nokta itibarı ile baktığımızda Türkiye’de yaşanan ekolojik yıkıma karşı verilen çevre mücadelesi, halklaşmıştır. Türkiye’de çevre mücadeleleri şekillenirken, çevre sorunlarının kapitalizmle ve sınıf mücadelesi ile olan bağını kurmaya, emekçi karakteri kazanmaya, toplumsal muhalefetin tüm kesimleri ile buluşmaya, anti-kapitalist duruş sergilemeye başlamıştır. Yaşanan süreç Türkiye çevre hareketleri için ortak bir program zemininin tarif edilmesi, toplumsallaşması ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Türkiye çevre hareketinin, düşünce ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve diğer demokratik talepler konusunda doğrudan taraf olacağı ve bedel ödemeyi göze almak zorunda kalacağı bir döneme girilmiştir. Çevre hareketi, sermayenin ve onun emrindeki hükümetlerin şu ya da bu eğilimine yedeklenmeden, ekolojik krizin doğrudan ve dolaylı olarak mağdur ettiği milyonlarca köylü ve emekçinin gücüne dayanmalıdır. Çünkü emekçilerin ve köylülerin kurtuluşu, kendi mücadelelerinin eseri olacaktır. Türkiye çevre hareketi artık lokal yapıdaki yerel hareketler toplamından çıkmaya başlamış, yerel hareketler arasında son yıllarda azımsanmayacak bir deneyim aktarımı ve eylem birlikteliği sağlanmaya başlanmıştır. Türkiye’nin tüm bölgelerinde bulunan çevre örgütlerinin bir araya gelerek oluşturduğu Ekoloji Birliği bunun en güzel örneğidir. Türkiye’de çevre yasaları çevreyi korumaktan ziyade, kirliliği düzenlemeye dönük uygulamalar getiriyor. Sosyal devlet tasfiye edilirken, hukukta sermayenin çıkarına hizmet ederek özelleştiriliyor. Hukuk sistemi, uygulanmayan yargı kararlardan daha fazla bu parçalanmalara maruz bırakılarak kirletiliyor. Ekolojik kriz karşısındaki taleplerin siyasal olmadığı savı, yaşananlar karşısında gülünç kalmaktadır. Ekolojik kriz karşısında verilecek mücadele alışılagelmiş sistem içi çevreciliğinden farklı olarak, etiyle-tırnağıyla-düşüncesi ve emeği ile yaşamı-barışı-paylaşmayı savunan, yoksulluğu-açlığı-savaşı-ölümü dışlayan düşünceye sahip toplumun tüm kesimleri ile verilmek zorundadır. Çevreciler kendi gücüne güvenmelidir. Çözüm ise kapitalist sömürü sisteminin yaptığı talana karşı, eşitlikten-emekten-özgürlükten-barış ve kardeşlikten yana tüm çevre ve emek örgütlerinin bir araya gelerek ortak mücadele ve yaşam alanları oluşturmasıdır.