Tarihin unutmayacağı vahim hadiselerin en mühimlerinden biri şüphesiz, Sultan Abdülaziz Han'ın tahttan indirilip şehid edilmesi­dir. Belki de, Osmanlı tarihinin en geniş tertibi neticesinde ortaya konulan bu zulüm, millî tarihimizin bir dönüm noktası olmuştur. Birkaç nankör devlet adamı haksız yere padişahı tahttan indirmek­le kalmamış, onu şehid ettirerek ellerini kana bulamışlardır. İşte, uzun müddet üzeri kapatılan ve türlü yalanlarla saklanan ihanetin perde arkası. “Devlet Adamları bana ihanet ettiler..."
Padişahın taht­tan indirilmesi hususunda birkaç yıl­dan beri çalışmalar yapılıyordu. Hüseyin Avni Paşa, Şûrâ-yı Askerî reisi Müşir Redif Paşa'yı elde etmiş, Redif Paşa da bu hal' hadisesinde bü­yük payı olan Süleyman Paşa'yı elde etmişti. Bu dörtlü, kendilerine taraftar olmayan devlet ricalini: "Eğer bu ittifaktan ayrılırsanız Bâyezid meydanında, milletin sizi paramparça edeceğini bilmelisiniz." di­yerek tehdit ile elde ediyorlardı. Hü­seyin Avni Paşa, yine bacanağı olan Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî azasından Mirli­va Hüseyin Sabri Paşa'yı, Mirliva Necib Paşa'yı, Seraskerlik seryaveri Mi­ralay Mustafa ve Hassa Meclisi aza­sından Miralay Hacı Reşid beyleri de kendi tarafına celbetmişti. Bütün bu hazırlıklardan sonra sıra bu hal' işinin meşruluğunu sağlaya­cak bir fetvanın yazılmasına gelmişti. Mithat Paşa Anadolu kazaskerlerin­den Fetva Emini Kara Halil'i konağı­na çağırarak, "Padişahın mülk ve mil­leti tahrip ve beytülmâli isrâf ettiğin­den" bahsetmiş, Kara Halil de: "Böyle hayırlı bir işe çarşaf ka­dar fetva veririm" demiş, eski İstan­bul kadısı Şirvânî-zâde Ahmed Hulu­si Efendi'yi de, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi kandırarak kendi aralarına al­mışlardı. Verilen fetva, tamamen düz­mece ithamlarla doluydu...." 30 Mayıs 1876, Saat 04.30
Hüseyin Avni, Mithat ve Rüştü Pa­şalar darbenin 29 Mayıs günü öğle üzeri yapılmasında ısrar ediyorlardı. Fakat Süleyman Paşa, "Öğle saatinde Sultan Abdülaziz Han'ı saraydan al­mak mümkün değildir", diyerek itiraz etmiş ve darbenin, ertesi sabah saat 4.30 civarlarında yapılmasında ısrar etmiş ve bunu da kabul ettirmişti.
Hüseyin Avni Paşa daha önceden talim için Suriye ordusundan getirtti­ği askerlerin, kışlalarda yer açılana ka­dar saray bahçesinde kurulacak çadır­larda kalması için sultandan izin al­mıştı. Süleyman Paşa, işte bu asker­ler ile 300 Harbiye talebesine, Dolma-bahçe Sarayı'nın düşmana karşı ko­runması için sarayın ablukaya alın­ması icap ettiğini söyleyip inandırmış­tı. Hal'in vukuu gecesinde Avni Paşa, Mithat Paşa, Rüştü Paşa, Redif Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Hü­seyin Avni Paşa'nın Kuzguncuk'taki yalısında idiler. Donanma kumanda­nı Ârif Paşa tarafından, o gece mo­dern harp gemileri ve zırhlılardan mü­rekkep donanma, Dolmabahçe açıkla­rına getirildi.
Süleyman Paşa hal' gününün gece­si, padişaha bir suikast yapılmak is­tendiğini, sabah erkenden tedbir alına­cağını, emirlere aynen riâyet etmeleri­ni, Şam'dan gelen askerlere telkin et­mişti. Hatta kim olursa olsun içeri ve dışarı bir kimseyi bırakmamalarını, bunun padişahın emri olduğunu da söylemişti. İşte bu askerler gece saat dört civarında uyandırılıp, hazır vazi­yete getirildiler.
Askerler hemen saray kapılarını tut­tular. Henüz uykuda olan Sultan Abdülaziz Han, her şeyden habersiz bu­lunuyordu. Harbiye talebeleri ile Şam askerleri sarayı kuşattılar. Donanma deniz tarafını tuttu. Süleyman Paşa darbeyi karadan yürütüyordu. Hal'in esas tertipçileri ise hâlâ Hüseyin Avni Paşa'nın yalısında, idiler. Buradan dürbünlerle sarayı gözetliyorlardı. Bu­rada bulunmalarının esas maksadı, eğer darbe muvaffak olmazsa kendi­lerini temize çıkarmak içindi. Saray ablukaya alınıp her şey darbecilerin kontrolüne geçince, Mithat Paşa, Rüş­tü Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efen­di Bâb-ı Seraskerî'ye gitmek üzere ka­yıkla Bahçekapı'sına geçtiler. Hüseyin Avni ve Redif Paşalar da Salıpazarı'na çıktılar.
Millet Sultan Abdülaziz Han'ı hal' etti.."
Süleyman Paşa, Harem dairesinin önündeki karakola geldi. Arkasında bir elleri silahlarında, bir elleri kılıçla­rında olan birkaç subay vardı. Bu su­baylar süngülerini de takmışlardı. Bu hâdise alışılmış bir şey değildi. Padi­şahın sarayının etrafında, vazifeli ol­madığı halde süngü takarak dolaşmak büyük suç sayılırdı, fakat bu sefer du­rum farklıydı ve bu subaylar padişahı hal' etmek için gelmişlerdi.
Süleyman Paşa, Dârüssaâde ağa­sı ile konuşmak istediğini söyledi. Cev­her Ağa alelacele yarı giyinmiş bir şe­kilde tık nefes geldi. Bir bakışta duru­mun ciddi olduğunun farkına vardı. Süleyman Paşa:
"Ağa efendimiz, millet Sultan Abdülaziz Han'ı hal' etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir kastımız yok­tur. Kendilerini uyandırınız ve hazırla­yınız. Topkapı Sarayı'na götüreceğiz." dedi. Bu tebliğ esnasında kullanılan ve mutlaka üzerinde durulması gereken bir kelime vardır: "Millet"
İşte bu hal' tebliğinin birinci sima­sı olan Süleyman Paşa, tarihimizde, üç-beş kişinin menfaati ve garazı için yapılan nâmeşru işte ilk defa "mil­let" adını kullanıyordu. Hâlbuki mil­let dediği kimselerin birkaç gün sonra sadece 63 darbeci âsîden ibaret oldu­ğu anlaşılacaktı. Fakat onun bu yolda kullandığı "millet" kelimesini, muhte­ris politikacılar ve kumandanlar hiç­bir zaman unutmayacaklar ve pek çok defa tekrar edeceklerdir.
Kendi elimle silahlandırdığım asker beni bu hâle koydu...
Kısmı alıntılara yer verdiğimiz derginin kapak konusunu oluşturan hayli uzun 14 sayfalık önemli makalede Sultan Abdülhaziz Han imzalı bir de mektup yer alıyor. Mektup hayli ilginç ve tarihi önem arz ediyor....
"Sultan Abdülaziz Han, Topkapı Sarayı'na nakledildiği sırada, Sultan Beşinci Murad'a şu mektubu yazdı:
"Evvelâ Cenâb-ı Hakk'a, sonra atebe-i şevketlerine sığınırım. Cülûs-ı hümâyûnlarını tebrik ile berâber, millet hizmetinde mesâî sarf etmiş isem de muvaffak olamadığıma teessüf, zât-ı mülûkânelerinin muvaffakiyetini temennî ederim. Milletin i'tilâ-i şânına, devletin temin-i istikbâline vâsıta olabilecek sebepleri zât-ı mülkdârilerine^mâde etmiş olduğumu unutmazlar sanırım.
Kendi elimle silahlandırdığım askerin beni bu hâle koyduğunu hatırlamalarını arz ve tavsiye ederek, mürüvvet ve insanlık, sıkıntıdakilere yardım etmek meziyetini gösterdiğinden, bulunduğum feci ızdırap-tan halâs ile husûsî bir mekân için, inâyet-i şehriyârilerini rica eder ve Saltanat-ı Aliyye-i Osmanî'yi, Sultan Mecid hânedânına terk eylerim" (Kaynak:Ömer Faruk Yılmaz, Yedi Kıta/Temmuz-2010)