“Din nedir? Gerekli midir? Neden gereklidir? Ölümden kimler korkmaz? Şahsiyet ne demektir? Nasıl şahsiyetli olunur ve kalınır? Kendimize, ailemize, sülalemize, komşularımıza, milletimize ve insanlığa karşı vazifelerimiz nelerdir? Aşk nedir? Aşık olmak ayıp mı?” sorularıyla boğuştuğum; kısaca, arayışlarımın zirve yaptığı delikanlılık dönemimde, herhalde 15-16 yaşlarımdayım. Ne zaman gelip Aydın/Kuyucak Lisesi’nde öğretmenlik yapmaya başladığını bilmediğim edebiyat öğretmenim Merhum Orhan Özer beyefendi, çok kısa bir zamanda sohbetine doyamadığım bir büyüğüm oluvermişti. Bugün düşünüyorum da yaş farkımız bu kadar fazla olmasaydı kesin “ilk dostum” derdim.
Orhan hocam, Kuyucak’tan çıkan ilk komünist ve ateistmiş. Dava adamı olmanın hassasiyetiyle inandıklarını her fırsatta anlatmadan duramazmış. Hatta bir seferinde kardeşi İsmet abiyle Kuyucak’ta pamuk sularken başlattığı “Allah var (haşa) yok” tartışması öyle bir raddeye gelmiş ki, İsmet abi kapmış küreği, düşmüş peşine ve “Allah var deyinceye kadar peşini bırakmayacağım senin. Allah var de ulan.” diye bağırıyormuş.
Bir sohbetimizde kendisine dinsiz iken nasıl dine döndüğünü sormuştum. İnşaallah hafızam beni yanıltmaz. Şunları anlatmıştı:
“İstanbul Edebiyat Fakültesini bitirince Berlin’e gezmeye gittim. İkinci Dünya savaşı yeni bitmişti. Üniversite mezunu olmak isterseniz, Berlin Üniversitesine kayıt yaptırıp, sonra Almanca öğrenip, dil sınavında başarılı olduğunuz takdirde istediğiniz bir fakültede okumanız mümkündü. Ben önce Tıp Fakültesine kaydoldum. İki yıl burada okudum. Baktım doktorluk benim yapacağım iş değil. Tıp Fakültesinden kaydımı aldım ve Hukuk Fakültesine başladım. Hukuk tahsil ederken dindar bir Alman arkadaşla tanıştık ve çabucak kaynaştık. O benim ateist olduğumu biliyormuş. Bunu, uzunca bir süre sonra, “Sana bugüne kadar söylemediğim için çok mahcubum ve nasıl telafi edeceğim bilemiyorum. Ben ateistim.” deyince öğrendim.
“Ben dindar insanların, dogmatik düşüncede olmaları sebebiyle dindar olmayanları, hele hele dinsizleri hep kötü insanlar olarak değerlendirdiklerini; yani hepsinin peşin hükümlü ve hoşgörüsüz olduklarını düşünüyordum. Arkadaşımın bu tavrından çok etkilendim. Çünkü o zamana kadar, benim dinsizliğim üzerine, hatta dinden ve dinsizlikten hiç konuşmamıştık.”
“Günler geçiyor, arkadaşım hiç dinden bahis açmıyor; fakat İslam dinini esaslarıyla yaşamaya özen gösteriyordu. Dayanamadım, bir gün kendisine sordum. Neden İslam’ı seçtin? diye ve devam ettim, bütün dinlerin ahlaklı insan olmanın önemi üzerinde durduğunu; ancak iyi insan olmak için gösterdikleri yolların da benzer olduğunu, bunları yapınca iyi insan olunuyorsa bir dine girmeye, Allah’a inanmaya gerek kalmadığını söyledim.”
“Bana bütün dinlerin ve ateistlerin temel kaynaklarını okumaya çalıştığını; sadece İslam’ın sunduğu buyruk ve öğütlerin gelişmiş (mütekamil) ya da geliştirilmeye açık olduğunu tespit ettiğini anlattı. Bu bulgunun kendisini çok fazla etkilemediğini; çünkü bir makinanın mükemmel çalışma koşullarını nasıl ki, onu bulan, çalıştıran, eksiklerini gideren ve geliştiren biliyor ve bunların yapılmasını öğütlüyorsa, insanın mükemmel çalışma şartlarını da, onu yaratan bilirdi. Ben “Nasıl?” dedim. Bana olan sevgisini gözleriyle göstererek “İslam dini, insana, yaşarken yapması gereken her şey için bir tavsiye de bulunur. Bunu diğer hiçbir felsefede göremezsin. Mesela İslam dini, tuvalete nasıl girileceğinden başlayıp taharetin nasıl alınacağına, kaç defa yıkanılacağına ve tuvaletten nasıl çıkılacağına kadar bütün yapılması gereken her şeyi açıklamıştır. Bahsimize konu bu açıklamaların hepsi, modern bilim tarafından reddedilmek bir yana, tavsiye edilmektedir. Diğer dinlerin ve felsefik düşüncelerin hiçbirinde buna rastlayamadığım için Müslüman oldum. İnsanın yaratıcısı olan Allah’ın varlığına iman ettim. İstersen araştır. Aksini tespit edersen ben dinimi bırakıyorum. Tespit edemezsen seni zaten mensubu olarak doğduğun İslam’a davet ediyorum.” dedi.
“Bu bir meydan okuyuştu ki, kısa süre sonra, Türkçesine ve Türklerin ya da diğer Müslümanların yaptığı çevirilere kuşkuyla baktığımdan, Hristiyan bir Almanın, Almanca Kuran çalışmasını okumaya başladım. Gördüm ki, aynı meydan okuyuş, Kuran’da da var ve sahibi Allah (c.c.), bunu o kadar etkili kullanmış ki, Almanca çevirisinde bile bunu hissediyordum. Kuran’ı okurken girdiğim ruh haliyle, insanın nasıl yaşaması gerektiğini, her şeyi ile anlatmış olduğunu fakat okurken kaçırdığımı düşündüğüm önceden okuduklarım dahil pek çok kitabı tekrar ya da ilk defa bir çırpıda okudum. Bunların hiçbirinde, arkadaşımın örnekleriyle beynime kazıdığı, İslam’ı buldum. İşin ilginci, insan hayatını düzenleyen bu buyruk yahut tavsiyelerin muhatabı sadece Müslümanlar da değildi. Ayetler, “Ey insanoğlu” diye başlıyordu ve çağrı bütün insanlaraydı.
“Hepsi yararlıydı. Tuvalete sol ayağı ile girip, sağ ayağı ile çıkmanın; camiye sağ ayakla girip, sol ayakla çıkmanın; ayağa bir şey giyerken önce sağ, sonra sol ayağı giymenin insana ve bu insanlardan oluşmuş bir topluma neler kazandıracağını, o zamanlar anlayamamıştım. Musa düşün. İslâm’ın tavsiye ettiği hayat tarzı, Müslüman âdeti denilerek diğer insanlar tarafından büyük olasılıkla reddedilecek. Bu durumda, yeryüzünde kilometrelerce uzakta ve hiç görüşmemiş ve görüşemeyecek de olsalar birbirlerini kardeş kabul edip sadece Allah rızası için seven; dili, milliyeti ve/veya tabiiyeti farklı olsa bile hem inançları hem de günlük yaşantıları, yani uyanışları, yataktan kalkışları, yıkanışları, elbiselerini giyişleri, ibadet edişleri, kahvaltı yapışları, evden çıkışları, iş yerine girişleri, işe başlayışları, gün içinde, sonunda yaptıkları, işten ayrılışları, eve girişleri, akşamı ve geceyi geçirişleri aynı olan insanların, dillerini bilmeseler de birlikte yaşamaları ne kadar kolay olacaktır. Bir de konuşarak anlaştıklarını düşünün, böyle bir toplumun önünde durulabilir mi?”
“İslâm’ı sil baştan incelemeye karar verdim. Odaya kapanıyor, sürekli okuyor ve düşünüyordum. Hukuk okuduğumu, derse gitmem, imtihanlara girmem gerektiğini unutmuştum. Evet hâlâ komünisttim; ancak inceledikçe İslâm’a ısınmaya başlamıştım. Kısa bir süre sonra şehadet getirip Müslüman oldum. Namaz kılıyordum ve vaktinde kılamayacağım diye korkudan ölüyordum. Berlin’de gayrı müslimler gibi bile yaşamamıştım ve ekseriyeti ateistlerden kurulu bir çevrem vardı. Evet kimse bana karışmıyordu; fakat benim de bir nefsim ve Berlin’de her türlü melanet vardı. Türkiye’ye dönmeye karar verdim ve İstanbul’da yaşamaya başladım.”
“Yaptıklarım, çevremdeki tanıdık tanımadık herkeste, çok ağır ruhsal bir hastalığa tutulduğum ve mutlaka tedavi edilmem gerektiği kanaati uyandırıyordu. İstanbul’daki yakınlarımın ısrarı üzerine Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine müracaat ettim. Yapılan tetkiklerde ruhsal bir rahatsızlığımın olmadığı tespit edildi ve bu tespiti belirten bir rapor verildi. Doktor, yakınlarıma, dışarıda dolaşan pek çok deprasyon hastasıyla kıyaslandığımda onlardan daha sağlık olduğumu ısrarla söylemeye devam etmiş.”
“İstanbul’da yaşamak, gerçekten Berlin’de yaşamaktan daha pahalıydı. Çarşıda pazarda satılan meyve ve sebzeler, evet Berlin’de satılanlardan hem daha taze hem de lezzetliydi. Ancak pahalıydı. O yıllar taşıma sektörü yeni yeni oluşmaya başlıyordu. İstanbul’a yakın yerlerde sebze meyve tarlada-bahçede kalırken, mal Adana halinden geliyordu. Bahçede üç kuruşa satılan yiyecekler İstanbul halinden pazar tezgahlarına gelinceye kadar üç-dört misli artıyor, 13 kuruş oluyordu. Berlin’e dönüp Hukuk öğrenimimi sürdürmeye karar verdim.”
“Berlin hava alanında uçaktan inerken kalbimde hafif bir çarpıntı başladı. Ben kalp hastası değildim. Bu çarpıntı, neyin nesiydi? Taksiye bindim, arkadaşıma bıraktığım evin adresini verdim, yola çıktık. Kalbim o kadar hızlı çarpmaya başladı ki, anlatamam. Bu defa şoföre geri dönmemizi ve benim söylediğim yollardan gitmesini istedim. Çarpıntımın sakinleştiği sokaklarda ilerleyip, hızlandığı sokaklardan kaçınarak öyle bir yere geldik ki, baktım çocuklar kanadı kırık bir güvercinle oynuyorlar. Çocuklar çok memnun, fakat güvercin korkudan titriyor. Güvercini çocukların elinden aldım. İşte o an kalbimdeki çarpıntının geçtiğini hissettim. Bir güç, kuşu kurtarmam için beni görevlendirmişti. Ulaşacağım yolu bulmam için de kalp çarpıntımı kullanmamı sağlamıştı. Bu olabilir miydi? Olmaz deseler de, olmuştu işte. Peki bunun izahı mümkün müydü? Hayır.”
Şimdi anlatacağım olay da Hocamın başından geçmiş. Şöyle anlatmıştı olan biteni:
“Musa öğleyin yemek yemek için okuldan eve geliyorum. Ezan okunmaya başladı. Hemen abdestimi aldım ve cemaatle namazımı eda ettim. Tesbihat ve sure tilavetinden sonra dua edip çıkmaya hazırlanırken, üstü başı perişan garib birinin camide olduğunu fark ettim. Usulca yanına gittim ve “Yemeği beraber yiyelim, misafirim olur musun? dedim. “Olur.” dedi ve beraber bizim eve vardık. Anamın pişirdiği yemeklerden yiyip karnımızı doyurduk. Hiç konuşmuyor, fakat dudakları sürekli kıpır kıpırdı. Ona öğretmen olduğumu, öğleden sonra derse gireceğimi, bu nedenle fazla kalamayacağımı söyledim. Hemen toparlanıp ayağa kalktı. “O zaman hemen çıkalım.” dedi. Giydiği ceket, ceketlikten çıkmış haldeydi. “Gel seninle önce yukarı kata çıkalım.” dedim. Çıktık, kütüphane olarak da kullandığım odadaki gardırobu açtım ve “Bu ceketlerden hangisini beğeniyorsan al. Sana hediyem olsun.” deyiverdim.”
“Baktım en çok sevdiğim ceketim de orada asılı duruyor. İçimden “İnşallah onu beğenmez.” demeye başladım ki, eliyle gösterip o ceketi beğendiğini söyledi. Ben “Diğerleri daha kaliteli, bunlar sana daha çok gider.” desem de o “Vereceksen bu ceket olsun. Olmazsa da Allah razı olsun.” diyor başka bir şey demiyordu. Kendi kendime “Davet eden benim, yedirip içiren benim, ceketleri gösterip seç beğen diyen benim, Adamcazın ne suçu var. Varsa bir kabahat ben işledim.” dedim ve ceketi askıdan alıp giymesine yardımcı oldum. Çok mutlu olmuştu. Nasıl teşekkür ediyordu, anlatamam. Ben bir su dökeyim diyerek tuvalete girdim ki, şaşırıp kaldım. Tuvalet, çok yaşlı fosseptik çukuru yüzeye yaklaşmış, berbat kokardı her zaman. Koku bir süreliğine de olsa azalsın diye bol suyla yıkar olmuştuk. Fakat bu defa tuvaletten öğle bir koku geliyordu ki, “Bu kokunun dünyada eşi benzeri yoktur.” diye geçirdim içimden ve “Oğlum Orhan kazandın.” diye sevine sevine çıktım. Garip, gözleri sevinçten parlamış halde gözlerime bakıyordu. “Acaba o da bu kokuyu aldı mı?” diye içimden geçti. Soracaktım, vazgeçtim. Zira hocalar böyle güzellikler yaşadığımızda, anlatmamızın doğru olmayacağını bizlere hatırlatırlardı. Onu uğurladım ve ders başlamadan okulda olmak için hızlı adımlarla yürümeye başladım.”
Ve Hocamla ilgili, bu yazımda şimdi anlatacağım son hikâyeyi, en az diğerleri kadar sizi düşündürecek kanaatiyle ve tabi ki, izninizle yazıyorum:
Yıl 1978. Hükümetin biri yıkılıyor, diğer kuruluyor. Her gün insanlar birbirini boğazlamakla meşgul. Ölmek ve öldürmek o kadar sıradanlaşmış ki, nasıl nitelemem gerektiğini bilemediğim bazılarımız “Bu haberlerin de tadı kaçtı. Bugün hiç ölüm haberi yok.” diyebilecek kadar ruhsuzlaşmış halde. Böyle bir ortamda Kuyucak Lisesi’nde muhafazakar karakterleriyle tanınan bazı öğretmenlerimizin ve tabi ki Orhan hocamızın da tayinleri çıkmış. Orhan hocama tayininin yapıldığı Uşak Lisesi’nden; “Sakın gelmesin. Gelirse buradan cenazesi gider.” diye haber de göndermişler.
Orhan hocam ne yapacağını şaşırmış durumda. Bir gün bana şöyle dediğini hatırlarım:
“Musa, biliyor musun, bu Kuyucak’ta Cingen Süleyman’dan başka adam yokmuş.”
“Hocam niçin böyle söylediniz?”
“Kocakahve’de oturuyordum. Cingen Süleyman yanıma geldi. Elinde bir miktar para var. Bana uzatıyor. Bu ne Süleyman dedim. Bana aynen şöyle dedi:
“Orhan hoca sen hocalıktan başka bir şey yapamazsın. Bizim gibi hayvan besleyemez, tarla-bahçe ekip dikemezsin. Senin ellerin kalem tutmuş. Kazma kürekle senin işin olmaz. Maaşında kesilmiş. Senin paran pulun da kalmamıştır. Sen kimseden isteyemezsin de. Allah’ını seversen şu parayı al. İşe başlayınca ödersin.“
“Biliyor musun? Cingen Süleyman’ın bu yaptığını bir tarafa bırakalım. “Orhan hocam” diye diye bizi oturtacak yer bulamayan Kuyucak’tan, beni çok sevdiğini söylemekten bıkıp usanmamış şu Kuyucaklılardan hiç kimse, “Hocam nasılsın? Neler yapıyorsun. Babadan kalma bir-iki dönüm arazin var. Ekip-biçmede sana nasıl yardımcı oluruz? bile demedi. Dediğim gibi. Şu Kuyucak’ta bir adam varmış O da Cingen Süleyman.”
Babamın babası dedem Ali efeye, gün aşırı çilingir sofrası kurardık. Çilingir sofrasında illaki misafirleri olurdu. Hiç kimse gelmezse, beni Cingen Süleyman’ın (sanıyorum Kuyucak’taki Çingenelerin reisi) evine gönderir; sofraya onu davet ederdi. Ben bu duruma çok kızardım. “Dedem bu cingende ne buluyo?” diye kendi kendime çok sormuşumdur. Kafamda kilitlenen bu sorunun cevabı, meğer Orhan hocamın anlatacaklarında saklıymış.
“Çingene deyip hor görme. Onun da bir kalbi var. Hem de öyle bir kalp ki, sadece dostlarda bulunur. Dostlar da az bulunur.”
Kalın sağlıcakla.
Yazacak çok şey var.
İnşaallah nasip olur, yazarız…