Türkiye’de 2020 yılı sonu itibariyle elektrik enerjisi kurulu gücü 95.890,6 MW olup bunun yüzde 1,7’si jeotermal kaynaklardır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Aralık 2020 tarihli Raporuna göre işletmede Aydın’da 28, Manisa’da 17, Denizli’de 8 jeotermal santral (JES) bulunmaktadır. Ayrıca Aydın’da 11, Manisa’da 2, Denizli’de ise 7 tane JES kurulması planlanmaktadır. Planlar gerçekleştiğinde Aydın Ovası 54 JES’in kirlilik yükü etkisinde kalacaktır.
JES’lerin yaptığı çevre kirlilikleri ile ilgili üniversitelerin, sivil toplum kuruluşları ve odaların, belediyenin pek çok bilimsel çalışması ve raporları vardır. Cumhuriyet Halk Partisi 2021 yılında Aydın’da, Manisa’da, Denizli’de, Muğla’da, İzmir’de yaptığı incelemeler sonucunda “Jeotermal Santrallerin Çevresel Etkileri” isimli rapor yayınlamıştır. Raporu hazırlayan komisyonun yapmış olduğu tespitler şu şekildedir;
1)Etki Değerlendirmeleri Sahici Değil, Bütüncül Planlamalara İhtiyaç Var;
JES projelerin bölgesel zararlarının, çevredeki diğer santraller ve etken unsurlarla birlikte değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Türkiye’de işletilen ÇED süreçleri yetersizdir. Yurttaşların karar alma süreçlerine dahil olamamaları; süreçlerin şeffaf işletilmemesi; kamu kurumlarının denetim ve kontrol rolünü bir kenara bırakıp proje sahibi gibi hareket etme refleksleri göstermeleri; ÇED raporu incelemelerinin usuli incelemeye dönüşmesi; mevzuattan kaynaklı yükümlülükler ile şirketlerin taahhütlerinin yeterli bulunması; ÇED sürecinin sadece izin ve ruhsat aşamasından önce tüketilmesi gereken bir süreç olarak ele alınması; projenin işletme ve işletme sonrasındaki rehabilitasyon, geri kazandırma aşamalarına yönelik taahhütlerin yerine getirilmemesi gibi bir çok eleştiriyi sunabilmek mümkündür. ÇED süreci, çevresel risklere sahip bir projenin çevresel etkilerinin nasıl en aza indirileceğine dair önlemlerin ve projenin izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaların yer aldığı bir süreci içermektedir. Günümüzde işletilen süreç tek başına yetersizdir. Bu kapsamda ayrıca, Kümülatif Etki Değerlendirmesi ve Sağlık Etki Değerlendirmesi gibi süreçlerin de paralel olarak işletilmesi gerekmektedir. Kümülatif Etki Değerlendirmelerinde, raporları hazırlayan ÇED firmalarının proje sahibiyle yaptığı ticari bir sözleşme kapsamında objektif olarak kirlilik yükünü ortaya çıkarmaları mümkün olmamaktadır. Bu yöntemle hazırlanan raporlarda, tesisin etki alanının kaç km2 olarak belirleneceği, belirlenen etki alanı içerisinde hangi kirletici tesisler ile birlikte bütüncül etki değerlendirmesinin yapılacağı gibi hususlar tamamen proje sahibinin insiyatifine bırakılmaktadır.
Bir anlamıyla, kümülatif etki değerlendirmesinde “beyan usulü” denilebilecek bir yöntem kullanılmaktadır.
2)Denetimsizlik Kirliliğin Boyutlarını Arttırıyor;
İşletmede olan santrallerin vermiş olduğu çevresel zararlar Bakanlık tarafından göz ardı edilmektedir. İdare, denetim yükümlülüğünü yerine getirmemektedir. Yurttaşlar tarafından yapılan gözlemler ve yürütülen izleme çalışmaları sonucunda tespit edilen bu husus, yaşanan ağır tahribatların nedeninin başlıca sebebini oluşturmaktadır. Santrallerin sıkı bir şekilde denetlenmemesi ve eksik denetimler sonucunda alınan yaptırımların uygulanmaması tüm bu kirliliğin bölgede artarak devam etmesinin en önemli nedenini oluşturmaktadır.
3)İhtiyatlılık İlkesi İşletilmiyor;
Bir enerji modelinin teknolojik imkanlarını değil, enerji politikasının yarattığı sistemin kendisini tartışmak ve yeniden kurgulamak daha kalıcı çözümler getirecektir. JES’lerin üretim biçimi ve dünyadaki örnekleri gibi söylemler değil, toplumda bıraktığı etki ve ürettiği kamusal fayda ön plana alınmalı ve yatırımların devamlılığı bu hat üzerinden tartışılmalıdır. Bu bağlamda, çevresel adalet, enerji demokrasisi, ihtiyatlılık ilkesi gibi kavramların, enerji politikalarında rehber haline getirilmesi gerekmektedir. İhtiyatlılık ilkesine göre; herhangi bir çevre sorunun doğacağı konusunda bilimsel bir kesinlik olmasa dahi, sanki doğacakmış gibi hareket edilmeli, önlem ve sakınım planları yapılmalıdır. Tehdit olarak gösterilen durumların gerçekleşmesini tetikleyici eylemlerden sakınma, gerçekleşmesi durumunda ise derhal müdahale ederek, oluşacak krizi yönetebilme kabiliyetine sahip olmak gerekmektedir.
4)JES’ler Halk Sağlığı ve Tarım Açısından Bir Tehdit Unsuru;
Jeotermal atık suyunun içerisinde ağır metaller ve kimyasal maddeler, tarımsal alanları ve su kaynaklarını kirletmektedir. Bölgede yer alan toprak ve su kaynaklarındaki yüksek bor ve arsenik oranları tarımsal üretimi engellemekle birlikte temiz gıdaya ulaşımı imkansız hale getirmektedir. Tarım alanlarında kurulu olan JES’ler ve santrallerin denetimsizliği kamu yararı tartışmasını gündeme getirmektedir. Aynı şekilde konunun sağlık boyutu da uzun süreli gözlemleri gerektirmektedir. Yurt dışında yapılan araştırmalarda jeotermal faaliyetlerin düşük maruziyet halinde bile ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceği ortaya konulmuştur. Ülkemizde denetimin esnekliği, verilerin şeffaf bir şekilde paylaşılmaması ve JES’lerin yerleşim yerine yakınlığı bölgede yaşayanlar için yüksek maruziyeti oluşturmaktadır. Bu nedenle herhangi bir önlem alınmaması nedeniyle bölgedeki kirlilik yükünün ve çevresel tahribatların giderek arttığı ve bu durumun halk sağlığına, tarımsal üretime, su kaynaklarına zarar verdiği açıkça söylenebilir.
5)Mevzuattaki Karmaşa Kirliliğin Boyutunu Artırıyor;
İzin süreçlerinde mevzuatta şirketler lehine hükümler öne çıkmakta ve yer yer uygulamada kamu yararının aleyhine yorumlanabilecek boşluklar bulunmaktadır. Tepki çeken konuların başında atık suların deşarjı gelmekte olup suyun şirketler tarafından usulüne uygun bir şekilde bertaraf edilmek yerine nehirlere, göllere, yakındaki su kaynaklarına ya da tarım alanlarına bırakıldığı pek çok kez ifade edilmiştir. Zaman zaman reenjeksiyon borularının patladığı, bu durumun tarım alanlarına geri dönülmez bir şekilde zarar verdiği, hatta reenjeksiyon borularının izinsiz alanlara döşendiği gündeme gelmiştir. Bu durum sulama ve içme sularına kimyasal suların karışmasına sebep olmakta ve halk sağlığını, tarımsal üretimi etkilemektedir. Mevcut mevzuat kapsamı değerlendirildiğinde tüm bu yaşanan sorunlarda mevzuattaki lehe hükümlerin ve boşlukların etkisinin olduğu görülmektedir. Bu kapsamda, jeotermal sahaların ihalelerinin kolaylaştığı; jeotermal alanında tecrübeli olmayan şirketlerin bu alanda faaliyet göstermeye başladığı, ancak sahip oldukları eksikler ve tecrübesizlik çerçevesinde sıkı bir şekilde takip edilmeleri gerekirken Bakanlık tarafından bir nevi kendi hallerine bırakıldığı; atık suların mevzuattaki boşluklar sebebiyle reenjekte edilmediği gözlemlenmiştir. Çevre İzin ve Lisans Yönetmeliği, Sanayi Kaynaklı Hava Kirliliğinin Kontrolu Yönetmeliği ve Sürekli Emisyon Ölçüm Sistemleri Tebliği’nde Kasım 2020’de yapılan değişiklikler JES faaliyetlerinin çevreye kirleticiler saldığı ve bunların kontrol edilmesi gerektiği, bu durumun Bakanlıklar tarafından da kabul edildiğini ortaya koymaktadır.
6)Plansız Teşvikler ile Vahşi Madencilik Körükleniyor;
Öncelikli olarak yapılması gereken bölgenin ihtiyacı dahilinde stratejik planların oluşturulması ve bu planlar dahilinde yatırımların değerlendirilmesidir. Zira bölgede JES’ler açısından bu kadar fazla yoğunluk varken JES projeleri için halen ÇED Olumlu ya da ÇED Gerekli Değildir Kararları verilmeye devam edilmektedir. Bölgede çok ciddi sorunlar ve çevresel tahribatlar bulunmasına rağmen idare tarafından JES projeleri halen teşvik edilmektedir. Kamusal bir planlama anlayışı güdülerek çevresel ve toplumsal yararlar gözetilmelidir.
Enerji ihtiyacının belirlenmesi, şirketlere verilen teşviklerin yeniden değerlendirilmesi ve sosyoekonomik açıdan tespitlerin yapılması bölgenin geleceği için önemlidir. Mevcut santraller açısından denetimlerin sıkı bir şekilde yerine getirilmesi ve gerekli yaptırımların uygulanması gerekmektedir. Sürecin kendisi bir anda onlarca ruhsat alanı belirlemek ve bu ruhsat alanlarını alan firmaların yararlanabileceği teşvik ve kredi olanaklarını arttırmak üzerinden kurulduğu için bir anda konuyu bilmeyen ve tamamen kullanacağı teşvik ve kredi miktarlarına odaklanan sermaye gruplarının hızlı bir şekilde piyasada yer almasına yol açmaktadır.
7)Enerji Demokrasisi ve Çevresel Adalet İşletilmelidir;
Enerji politikalarının demokratikleştirilmesi kapsamında; enerji üretimini demokratikleştirme ve katılım; mülkiyet; artık değerin nasıl değerlendirileceği; istihdam; ekoloji ve kendi kendine yeterlilik başlıkları ön plana çıkmaktadır.
Türkiye’de enerji politikaları, enerji kaynakları arasında bir dönüşüm değil, bütün enerji kaynaklarından tüketene kadar faydalanma anlayışı üzerinde inşa edilmektedir. Yenilenebilir enerji veya fosil yakıta dayalı enerji, temiz enerji gibi birçok söylem üzerinden aynı anda bütün enerji modellerini plansızca devreye konulması, jeotermal enerjide yaşanan kısır döngünün asıl nedenlerinden biridir. Gelinen nokta, bir tarafın kirlilik, sağlık sorunları gibi nedenlerle kapatılmasını istediği, diğer tarafın ise teşviklerin yetersizliğinden yakınarak şu ana kadar yapılan yatırımın boşa gitmesinden çekindiği bir kör döngüye yol açmaktadır.
Özelleştirilen ve/ veya piyasalaştırılan enerji altyapısının yeniden müşterekleştirilmesi, kamulaştırılması ve küresel enerji sisteminin en hızlı ve adil şekilde karbonsuzlaştırılması için yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği uygulamalarının hayata geçirilmesi gerekmektedir. Denetim ve katılım ilkesi kapsamında enerji ihtiyacının yerel ölçekli ihtiyaçları gidermeye yönelik enerji kooperatifleri aracılığıyla çözülmesi gerekmektedir. Mevcut sistemde, enerji erişim hakkı kısıtlı olan, pahalı ücretlerle enerji kullanan küçük üreticilerin, düşük gelirli esnaf ve işletmelerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamaktan uzak, pahalı enerjinin dağıtıldığı bir çıkmaz yaşanmaktadır. Yürütülen enerji politikasının kendisi değişmeden, jeotermal enerji santralinin akıbeti hakkında yorum yapmanın pratik bir sonucu olmayacaktır.
8)Su Kaynakları Korunmuyor
Deşarj yönteminin uygulanması durumunda akışkanların derelere bırakılması, aynı şekilde test sularının sulama alanlarına bırakılması, reenjeksiyon yöntemindeki suyun aynı seviyeye reenjekte edilmemesi ya da kaçak yollarla dış ortamlara salınması gibi yanlış ve hileli uygulamaların yoğunluğu gibi nedenler kirliliğin temel etkenleridir. Su kaynaklarındaki arsenik ve bor gibi kimyasalların oranlarının artması halk sağlığını olumsuz etkilerken, su kaynaklarında azalmaya yol açan uygulamalar içme ve kullanma suyuna erişimi de olumsuz etkilemektedir. Plansız bir biçimde birden fazla firmanın aynı kaynağı, kontrolsüz ve birbiriyle rekabet içerisinde kullanması sebebiyle su kaynaklarında azalma ya da kuraklık riski ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak CHP’nin hazırladığı rapora bakıldığında Türkiye’deki jeotermal uygulamaların ve yönetim süreçlerinin dünyadaki örnekleriyle örtüşmediği, yaşanan ekolojik yıkım nedeniyle özellikle Ege Bölgesinde jeotermal enerjinin söylemlerdeki şekilde “temiz” bir enerji modeli olarak deneyimlenmediği açıktır.
Yürütülen izleme ve raporlandırma faaliyetleri kapsamında, bir JES işletilirken kaçınılması gereken kusurlu hareketlerin neredeyse hiçbirinden kaçınılmadığı ve uyulması gereken usul ve esasların ise dikkate alınmadığı tespit edilmiştir.
Bölgede herhangi bir plan dahilinde hareket edilmediğinden kirlilik yükü oldukça artmıştır. Tarım alanları başta olmak üzere hassas alanlar, halk sağlığı ve gıda güvenliği yaşanan kirlilikten olumsuz yönde etkilenmiştir. Ancak, gelinen noktada sadece projeden etkilenen kişiler değil yatırımcılar da farklı nedenlerle de olsa süreçten şikayetçi hale gelmiştir. Netice olarak, bir süreç ne kadar kötü yönetilebilirse o kadar kötü yönetilmiş durumdadır. Bu kapsamda yapılması gerekenler ise: Enerji Politikaları Değiştirilmeli; Bütüncül Havza Planları Oluşturulmalı; Hassas Alanlarda Jeotermal Enerji Tesisleri Kurulmamalı; İzin, İnşaat ve İşletme Aşamalarında Çevre Mevzuatı Daha Etkili Uygulanmalı; Denetimler Artırılmalı; Jeotermal Kaynakların Kullanımında Kısıtlamalar Getirilmeli; İzleme ve Raporlandırma Faaliyetleri Yürütülmelidir.