Dinden uzak toplumlarda, bir işyerinde birbirinden farklı pek çok karaktere rastlamak mümkündür. Her birinin yerine getirdiği sorumluluklar, aldıkları maaş ve diğer çalışanlara göre bulundukları konum bu karakterleri şekillendirir. Bu şartların etkisi altında gelişen karakterlerden biri de "yönetici karakteri"dir. Bu kimseler son derece çarpık bir mantığın ürünü olan iki karakteri aynı anda yaşarlar. Biri işyerinde kendilerinden makam ve mevki olarak üstte olan kişilere; diğeri ise alt kadrolarında çalışan kimselere gösterdikleri karakterdir. Bunun en güzel örneği bir zamanların meşhur ”Bizmkiler” dizisindeki Ergun tiplemesidir. Bu tipler, üstlerinin yanında son derece ezik ve iki büklümdürler. İstenilen her şeyi anında yerine getirir ve en ufak bir kusur işlememeye itina ederler. Tüm güçleriyle kendilerini beğendirmeye ve onların gözüne girmeye çalışırlar. Hatta onlara "yaranabilmek" için iş dışındaki angaryalarını bile üstlenirler. Bu nedenle şahsiyetlerinden ve onurlarından taviz vermekten kaçınmazlar. Makam veya yaşça üstün olan birine saygı göstermek elbette güzel bir davranıştır. Oysa cahiliye toplumunda insanlar bu değerlendirmeyi yapmazlar. Maddi zenginliği olan bir insan ahlaken son derece zayıf bile olsa ona saygı gösterirler. Kendilerine bağlı olarak çalışan kimseleri ahlakları iyi bile olsa ezmeye çalışırlar. Çünkü cahiliyenin çarpık mantığına göre kendileri o insanlardan makamca ve maddi olarak üstündürler, o halde onlara her türlü kötü muameleyi yapma hakkına sahiptirler. Artık üst’ün karşısındaki o ezik insan gitmiş yerine kibirli, "dediğim dedik" bir yönetici gelmiştir. Emrindeki kişilere karşı son derece katı ve tavizsizdir. Etrafa emirler yağdırır, herhangi bir aksilik durumunda ise ilgili kişiyi herkesin ortasında azarlamaktan çekinmez. Çünkü bir üst’ün kendi üzerlerinde tatmin ettikleri kibirlerini onlar da kendi altlarında çalışan kimseler üzerinde tatbik etmek isterler. Çünkü sistem böyledir; bir alttakine istedikleri tavırları göstermekte serbesttir sanki. Herkes bir üstünün yüzüne karşı iyi davranış gösterir. Ancak birbirlerinin gıyabında nefretlerini dile getirmekten çekinmezler ve duydukları saygı da hiçbir zaman gerçek bir saygı olmaz. Yani tam bir mürailik ve münafıklık hali ki her şey menfaata endeksli. Çıkar varsa ağam-paşam, yoksa tu kaka… Oysaki bu, Kuran'a göre büyük bir vicdansızlık örneğidir. Çünkü insan, vicdanının ve aklının yettiği ölçüde en güzel tavırları göstermekle yükümlüdür. Allah insana hoşgörülü ve tevazulu olmasını emretmiştir. İnsanın etrafına karşı büyüklük taslayabileceği kendine ait hiçbir özelliği yoktur. Makam da, mevki de ancak Allah'a aittir. Onu kullarından dilediğine verir ve dilediğini üstün kılar. Dilediğinde de insanın durumunu tam tersine döndürmeye ve eline verdiği tüm imkanları geri almaya kadirdir. İşte bu nedenle de insan Allah'a karşı her an boyun eğici bir tavır içerisinde olmak zorundadır. Allah insana bu konumunu ve acizliğini Kuran'da şöyle hatırlatmıştır: Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşırsın. (İsra, 37) İşte mümin, böbürlenip Allah'a karşı sorumlu olduğunu unutmaz. Bu nedenle de böyle değişken ve samimiyetsiz bir karakteri kendisine yakıştırmaz. Allah'ın beğendiği ahlakı her an, her yerde, herkese karşı sergiler. Karşısındaki insanın makamı, mevkisi ne olursa olsun saygılı ve nezaketli bir tavır gösterir. Ama bu güzel tavırlarına karşılık bir menfaat beklentisi olmaz; aksine her salih amelin karşılığını Allah'tan bekleyerek O'nun hoşnutluğu için çaba gösterir. DOKTOR KARAKTERİ Doktorluk, özellikle günümüz toplumlarında halk tarafından el üstünde tutulan ve her kesimde saygı uyandıran bir meslek dalıdır. Cahiliye insanları, hayatlarının, doktorların elinde gibi yanlış bir inanca sahiptirler. Bu yüzden bu mesleği uygulayan kişilerden bir nevi "medet umarlar". Cahiliye insanlarının doktorlara karşı duydukları saygının bir diğer sebebi ise şudur: Doktor olabilmek için kişinin ciddi bir eğitim alması ve bu eğitimin de yine ancak ciddi bir çaba ile tamamlanması gerekir. İşte bu nedenle kişi, toplum içerisinde kendini "doktor" olarak tanıtırken, aslında zekasını, çalışkanlığını ve becerisini ortaya koymaktadır. Ailelerin çoğu, çocuklarının doktor olmasını ister ve çocuklarına bu yönde telkin ederler. Kuşkusuz ebeveynin, çocuklarını insanlara fayda verecek bir mesleğe yöneltmesi gayet tabiidir. Ancak cahiliye toplumunda ailelerin çocuklarını bu mesleğe yönlendirmesindeki ilk amaç çevrelerinden övgü toplamaktır. Kendilerini bir damla sudan yaratan, onlara rızıklarını veren Allah'ın varlığından tamamen habersiz yaşayan cahiliye toplumu, zihinlerinde adeta ilahlaştırdıkları doktorları farklı bir yere koyar. Bu yüzden de onların karşısında ezilir, hastalıklarının geçmesi için onlardan medet umarlar. Elbette bir insanın iyileşmek için doktora gitmesi, onun tavsiye edeceği uygulamaları yapması gereklidir. Ama bunu yaparken unutmamak gerekir ki insanlara hastalığı da şifayı da veren Allah'tır. İnsanların nerede ve nasıl öleceğini de yalnızca Allah belirler. Allah herkes için bir ölüm tarihi tespit etmişken insanlar bundan habersiz o güne doğru yaklaşırlar. Fakat bu büyük gerçeği unutarak gaflet içinde yaşayan insanlar Allah'a dua etmeyi unutur, ama doktorlardan yardım umarlar. Kuran ahlakında ise yapılan her iş yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapılır ve müminler meslekleri ne olursa olsun güzel bir ahlak gösterir. Müminler, yanlarında bulunan hasta, güçsüz ve zayıf insanların en büyük destekçisi ve yardımcısıdırlar. Bu davranışlar, onların Kuran'a uymalarından ve Allah'ın emrettiği ahlak anlayışından asla ödün vermemelerinden kaynaklanır. Kuran'a sıkı sıkıya bağlanmış olan bir insan, tıp ilmini kavrayabilmesinin ancak Allah'ın dilemesiyle olduğunu, şifa olacak her şeyi Allah'ın yarattığını bilir. Bu nedenle de yaptıklarına ya da bildiklerine Allah dilemedikçe sahip olamayacağını açıkça görür. Kendisinin de her an hastalanabileceğini ve bu durumda da Allah'tan başka yardımcı ve şifa verici olmadığını unutmaz. Hz. İbrahim'in bu konudaki duası tüm insanların kendilerine örnek alması gereken yüksek bir ahlakı yansıtmaktadır: "Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur." (Şuara, 78-82)