İnsanlık tarihi boyunca yüzbinlerce peygamber gönderildiği hadisde rivayet edilmiştir. O itibarla her topluma peygamber gönderilmiş, gerek dini ve ahlaki yönden gerekse bilim ve teknoloji yönünde insanların önderleri peygamberler olmuştur. Bu bakımdan toplumlarda görülen güzellikler hak dinin mahsulüdür.
Onların irşad ve tâlimlerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz ne de tabiata isabetli bir müdahale asla olmamıştır ve olamaz da... Tabiatın esrârı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahid gösteren Yüce Yaratıcı'nın isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât'ı hakkında ölçülü ve temkinli davranma hep Peygamberlerin insanlığa mirasıdır.
Demek ki Peygamberler, bütün bir hayatı bize ders olarak verdiği gibi, en birinci dersi olan Muhteşem Kudret ve İrâde Sahibini esma ve sıfatlarıyla, Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvâzene ve sırlı münâsebete riâyet ederek anlatan da yine O'nlardır..
Öyle ise, yer zemininin hiç bir kıtasının ve zamanın hiçbir parçasının onların nurundan mahrum kaldığına ihtimâl yoktur. Nasıl olsun ki; onların irşâd dairelerinin dışında, varlık âlemine dâir, şimdiye kadar ne bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şübhe, tereddüd ve tenâkuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.
Esâsen, her toplum ve her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını akıl, hikmet ve Kur'ân müştereken te'yid etmektedirler. Hem de aksine ihtimâl verilemeyecek şekilde... En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifat ve tanıtımcılara ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü aksi halde gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı gibi şu muhteşem kâinat sarayını ve yüce mimarını gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin yaratılış sırlarını açıklayacak dellâl ve mihmandarlara da ihtiyaç vardır.
Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizâmı, bu sanatlar galerisinin resmi geçidini, bir fuar gibi en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün san’at ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zâtı ecelli a’la hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihab edeceği bir kısım müstesna kimselerle Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu olağan üstü ince işçilikleri-hâşâ- abes kalsın! Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla itham ettirsin!
Her şeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesden münezzeh ve mukaddesdir! Kaldı ki O Zât'ın kendi beyânı olan Kur'ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır. "Celâlim hakkı için biz her millete 'Allah'a kullukda bulunun ve putlara ibadetden kaçının' diye bir peygamber gönderdik..." (Nahl, 36)
Ne var ki, insanlık, peygamberani ızamdan aldığı dersi, bir müddet sonra unutmuş veya sapıklığa gömülerek, ya bunları ilahlaştırmış veya eski putperestliğe dönmüştür. Böylece Yunan'ın ilâhlar dağından Ganj nehrine kadar, beşer hayâlinin totemleştirdiği bir sürü tağut meydana gelmiştir.
Eğer Kur'ân-ı Kerim, şüpheleri gideren beyânıyla, Hz. Îsa (as)'yı bize tanıtmasaydı, kilisenin loş ve kapkaranlık duvarları arasında, putperestlik telâkkilerine karışmış papaz anlayışları içinde, sağlam bir Hz. Mesih bulup çıkarmak mümkün olmayacaktı. İnsana ulûhiyetin isnad edilmesi veya Zât-ı Ulûhiyet'in insanlaştırılma tenakuzunun en birinci mesele olarak akîdeye yerleştirilmesi, akıl ve mantığı tezyif ve Allah'a karşı en büyük hayâsızlık ve iftiradır.
Günümüzde, çığrından çıkarılmış Hristiyan âyin ve ibâdetleri, mâbed ve zâviyeleriyle, eski Roma ve Yunan putperestliği arasında, şekil ve içerik olarak hiç de bir fark yoktur. Kur'ân'ın aydınlatıcı ve vazıh beyanâtı olmadan, kilise ve orada olup bitenlere bakan bir kimsenin, Hz. Mesih'i Apollon'dan ayırması da oldukça zordur. Bulunduğumuz çağa, bu kadar yakın bir devreye ait Hristiyanlığın, kendi kitap ve peygamberlerini bu hâle getirdiği noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın öğütücü korkunç dişlileri arasında, kim bilir nice Mesihler ne hâle getirildi!
Her nebînin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına, ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler her şeyi alt-üst edeceğine dair bir peygamber sözü var ki, çok önemlidir. Evet, buna binaen, bugün batıl din olarak gördüğümüz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynağından geldiği hâlde, müntesiplerinin cehaleti ve düşmanlarının insafsızlığıyla, bugün hemen bütün esaslarıyla hurâfe yığını haline gelmişlerdir.
Bir kere Kur'ân: "İçinde peygamber olmayan hiçbir millet yoktur." (Fâtır, 24) buyurarak, âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihânın her tarafında zuhûr etmiş olan nebîlerden ancak yirmi sekiz tanesini bilmekteyiz: "Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık."(Gâfir,78) İlahi beyanıyla anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir. Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır.
Ezcümle, hepsinde "çok" dan "tek"e doğru gidiş; tahammül-fersâ musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergâha el açış ve elleri yukarıya doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle ilgili olarak müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muâllim birliğine işaret etmektedir. Kanarya adalarındaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililerden Yamyamlara kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve duygu hissedilir...
Prof. Dr. Mahmud Mustafa Ulaş’ın, vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu te'yid etmektedir. Buna göre Mavmav'lar Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât'ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam kabilesi için de, Mavmav'ların kanaatına benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O “Ma'bud-u Mutlak'dır” diye düşünmektedirler. Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur'ân'daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, fazla fark yok gibidir.
Medeniyetden bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin te'sir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek ki: "Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez." (Yunus,47) beyânı, ilâhî ve âlem-şümûl bir hakikattir ve hiçbir tolum bu hakikatin haricinde değildir.
Prof. Dr. Mahmud Mustafa'nın naklettiği şeylere benzer aynı hususları Kerkük'lü Matematik Profesörü Dr. Adil Bey de hikâye etmişti. Doktorasını Amerika'da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen Adil Bey, kendini hayrete sevk edecek durumları şöyle naklediyordu: "Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah'ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatta cereyan eden her şeyin onun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle te'lif etmek katiyyen mümkün değildi..."
O halde dünyanın en ücrâ yerlerindeki bu akîde ve telâkki birliği ancak kâinatın sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhîd akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmav'lara, Kızılderililere, Neyamneyam'lara veya Maya'lara vermek asla mümkün değildir.
Hulasa
Yeryüzünde arı ve karıncayı bile naçar bırakmayan Sahibi Rahmeti mutlak, beşeri de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurunu yağdırarak cihanı aydınlatmıştır. Binaen aleyh ruyi zemin hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamış, ara sıra bir kuraklık hissedilmiş ise de hemen arkadan sağanak sağanak yağmıştır.. Binâenaleyh her toplum bu rahmeti görmüş, duymuş, tatmıştır. Ne var ki, tahrifatın ve tahribatın seri olduğu zemin ve zamanlarda cahalet o kadar çabuk bastırarak o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık tâkib edip dururken, kendi irâdelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak rahmet müjdesini vermiştir: "Biz peygamber göndermedikten sonra azab edicilerden değiliz." (İsrâ, 15) Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azab veya rahmet...