Şairane bir başlıkla yazacağım yazı bilmiyorum ne kadar kafiyeli olacak. Samimi şeyler yazmak zaten zordu her zaman. Ama artık beyninden geçenleri kelimelere döküp aktarmak daha da zorlaştı. Toplumun tüm kesimi üzerinde arşa ulaşmış bir alınganlık var. Bu alınganlıklara dokunmadan, birilerini kırmadan konulara değinmek imkansız boyutlara ulaştı. Belki bu sebeple ne yazayım diye düşünürken bu başlık aklıma düştü ne hikmetse. Aklında sahibi O’dur diye inandığımıza göre “Hikmetinden sual olunmaz” diyeceğiz ve teslim olacağız kuşkusuz.
İnsan etten kemikten bir canlı. Bir çok filozof insanı küçük nüanslarla hayvandan ayırarak, örneğin “İnsan düşünen bir hayvandır” diyerek insanı ve hayvanı tek görmüş. Bir yaratıcaya inanmakta zorlanan, belkide işine gelmediği için bu yolu tercih eden kuru akıl sahipleri varoluştaki mucizeleri tesadüflere bağlamış. Hikayeler yazılmış, teoriler kurulmuş, ve inanmayı bağnazlığa, yobazlığa yorarak kendi aptal hikayesini aklın sonucu gibi pazarlıyor. Tabi pazarlama yetenekleri üst düzey oldukları için bunu topluma güzel yediriyorlar. Pazarlamaya olan yetenekleride sanırım 3 günlük dünyadan gayrısına meyletmeyen kalplerini mutlu edebilmek için herşeylerini satabilme güdüsünden geliyor.
İnsan etten ve kemikten demiştik. Bu ete ve kemiğe can veren şeyi inananlar ruh diyerek tanımlarken, yaratıcıyı reddedenler bu sorunun çıkmazıyla boğuşmayıp durduk yere bataklıkta pisliğe batmayalım diyerek üzerini örtüyorlar. Çok sıkıştıkları zaman enerji deyip geçiyorlar. Yapı taşları aynı olan etin farklı fonksiyonlar görmesi bile aklın sınırlarını zorlarken, Kalp denen et parçası başlı başına mucizevi özelliklerin merkezi. Sadece vücuda kan pompalamak gibi sığ bir vazifesi var diyip geçiştirmek mümkün. Ama hayatımızda yaşadığımız üzüntülerde ilk sızlayan yerimizin orası olması, kalbin kandan bağımsız bir özelliği olduğunu düşündürüyor bana. Hatta bu sızı ordan başlayıp tüm vücuda yayılması, kalbin neden kan pompaladığının bir açıklaması gibi. Burda yaşanan burada kalmaz, ben bu bedenin merkeziyim diye haykırıyor sanki.
Bir ömür kaç yıl sürerse sürsün, aklımızın hafızada yer etmeye başlamasıyla birlikte başlıyor bu kalp sızıları. Her sızıyı kalp kırıklığı olarak anlatıyoruz. Et nasıl kırılır? Kırılan et olamayacağına göre ona can veren şey adı ne olursa olsun kaç kere kırılır? Buda bir seçenek gibi duruyor aslında. Sen ne kadar istersen kadarına dayanıyor. Sen ne kadar güçlüysen o kadar yaşıyor. Ya da sen istemezsen hiç bir şey kıramıyor kalbi. Bu nasıl olabilir? Bir insan kaybetmeyi, yokluğu, yoksulluğu, ihaneti nasıl kalbi kırılmadan atlatabilir? Bu dünyayı bilerek. Bu dünya değil mi kıskançlıkla kardeşin kardeşi kuyuya attığı dünya. Eeee o zaman bileceksin ki bu dünyada herkes herkese herseye yapabilir? Hiç bir ihanet sürpriz değil. Bilirsen kırılmazsın. Kırılmazsan saymazsın. Tek bildiğin bu dünyanın ötesinde bir yerde her sabrın karşılığını alacağı gerçeği olursa, kalbin affetmeyi öğrenir. Sırf ödülü dünyada elde edilen bu kazanç bile ahirete ve O’nun sahibine inanmaya değer. Çünkü toprak olup gidecek bir et parçası, bu kadar anlamı içinde taşıyamaz.