Türk milleti, tarih boyunca, tekâmüle namzetliği sayesinde,canlı bir ruhî hususiyete sahip olmuştur.Medeniyetlerin havzasında daima yer bulması ve cihanşumul bir mefkureyle dışa açık kültür,irfan, dil yapısı teşekkül etmiştir. Bu şekil, medeniyetlere beşiklik eden bir coğrafyada vücut bulan devasa harsî yapısıyla bütün hârici hucumlara maruz kalmıştır. Bu hücumlara, mukavemet göstermekle beraber, lüzumlu olanları da kendi kültüründe yoğurarak, onu Türk irfanına kazandırmıştır. Böylesine bir sentez; ancak, direncin kuvvetli olduğu zamanlarda müspet neticeler vermiştir.Türk kültürünün zenginleşmesine vesile olmuştur. Türk diline yeni mefhumlar kazandırarak anlatım gücü,ifade genişliği,konuşmada zerafetin teşekkülüne imkân vermiştir. Bu zenginlik şarkiyatçıları bile hayranlığa sevk etmiştir. Türk dilinin diğer lisanlardan temel farklarında biri de,Türk ve İslâm kültürünün gayrisine karşı peşin hükümlü olarak değil; bilakis,daha müsamahalı bir şekilde yaklaşmasıdır.Ancak, bu iyi niyetli telakkî, son iki asırda; bilhassa son yetmiş yılda, maalesef birtakım kökü dışarda bir çok batıcı aydın tarafından hor kullanılmıştır. Batılı olmak için tek çıkar yolun, geçmişe dair ne varsa tarihin çöplüğüne atılması gerekliliğine inanan; bunun için de mazi ile rabıtayı teminde yegane vasıtanın lisan olduğunu; dolayısıyla Türk dilinin bütün yabancı kelimelerin istilâsından arındırılması gerektiğini müdafa eden çok sayıdaki pozitivist fikriyatlı aydın, bu fikirlerini kuvveden fiile geçirdiklerinden dolayı dil faciasına sebep olmuşlardır. Burada Prof.Dr. Osman Turan Hoca’nın şu tespitleri ifadelerimize ışık tutmaktadır.“Yazı dilimizin bu tabii ve uğurlu gelişmesine rağmen, bir çok medenî milletlerin yaptığı gibi, yine de ilmin bir yardım ve müdahelesine ihtiyaç vardı.Zira yeni medeniyetin birçok ilmî mefhum ve istilâhları, henüz Türkçe’ye mal olmamış birtakım ağır Arapça terkiplerle ifade edilmekteydi. İşte bu ihtiyacı karşılamak ve Türkçe’nin kendi kaynaklarına göre kolaylıkla gelişmesini sağlamak maksadıyla  ilmî metodlara, dilin kendi kaidelerine ve üretmek imkanlarına uygun olarak birtakım yeni kelimelere üretmek icap ediyordu. Bu ölçuyü aşmamak ve dilimizin, kültürümüzün ve manevî hayatımızın ayrılmaz bir parçası  haline gelen, kelimelere karşı marazî bir savaş açmamak şartıyle, ıstılah sistemimizin ilmî bir tetkike tâbi tıutulması zaruriydi. Fakat mesele bu ölçü ve zihniyetle değil, maalesef ilim ve mantıkla istihza eden bir anlayışsızlıkla ele alınmış ve böylece, hiç bir milletin tarihinde emsali bulunmayan bir dil faciası meydana gelmiştir. Milletlerin, maddî-manevî, birtakım baskı ve zulümlere uğradıklarına tarih şahitlik eder. Lâkin böyle bir dil katliamı hâdisesine ilk defa Türk milleti maruz kalmışıtr.Halbuki işaret ettiğmiz zulümler de ekseriya istilacı kavimlerin eseri olmuştur. Bu sebeple bizim dil felâketi ancak Bolşeviklerin Asya Türklüğüne karşı giriştikleri imha teşebbüsüyle karşılaştırılabilir. Gerçekten Orta Asya Türk halklarını müşterek bir yazı dilinden mahrum bırakmak ve parçalamak için Rusların ihdas ettikleri kabile dil ve alfabeleri de bu mahiyettedir.Şu farkla ki, bir tarafta yabancı milletlerin emelleri, diğer tarafta da bir milletin kendi evlâtları bahis mevzuudur.“(1)  İşte bir milletin kendi evlatlarıyla mücadelesi şeklinde cereyan eden“öztürkçeleştirme“ hareketi öyle mecralara süreklendi ki,“uydurukça“diye vasıflandırılan, halk dilinde de “kurbağa“ dili diye meşhur olan bir dil tasfiyeciliğine dönüşmüş oldu. 1-Prof.Dr. Osman Turan, Türkiye’de Manevî Buhran,Din ve Laiklik,Boğaziçi Yay., İst.,1993,s.,190-191