Bu bir İran Atasözü. Müsaadenizle sorabilir miyim? “Konuşurken başka güzel, yazarken başka Türkçemizin, sanatsal vasfını korumak, O’nu en veciz haliyle konuşmak, okumak ve en önemlisi yazmak - Evet burası çok önemli, çünkü kalıcı olan bu. - anadili Türkçe olan bizlerin en başta gelen ödevimiz değil mi?” Hamdolsun bütün yapıtlarımızı bu temel düstura sadık kalarak yazmaya gayret ettik ve inşallah bu hassasiyetimiz devam edecek. Dilimizden, kökeni Türkçe değil diye Türkçeleşmiş kelimelerin atılmasını, duyduğum ilk günden beri reddettim. Cihan Devletleri kurmuş bizim gibi milletlerin dillerindeki kelimelerin tamamının, sadece ve sadece kendi dillerine ait olması mümkün mü? Bunun bir örneği var mı? “Enva-i çeşit milletten insan, asırlarca barış içinde beraber yaşayabilirler. Yeme-içme, giyim-kuşam, düşünme, çok farklı sanat eserleri ortaya koyma vs. bağlamında birbirlerinden etkilenip birlikte gelişebilirler. Hatta bu tür oluşumlar teşvik edilmelidir. Bunların hepsine eyvallah; lâkin bu insanlar, bütün bunları yaparken dillerini mutlaka korumalıdırlar. Kesinlikle kelime alış verişi yapmamalıdırlar.” yaklaşımı abesle iştigal etmek değil de ya nedir? Çağrı KAÇMAZ’dan[1] aldığım bilgilere göre, ömrü en uzun imparatorluk, Çin İmparatorluğu 2123 Yıl (M.Ö. 211 – M.S 1912). Çin İmparatorluğunu sırayla Doğu Roma İmparatorluğu 1058 Yıl (395-1453), Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu 844 Yıl (962-1806), Osmanlı İmparatorluğu 624 Yıl (1299 – 1923) ve Abbasi İmparatorluğu 508 Yıl (750 – 1258) takip ediyor. Gördüğünüz gibi, “Üzerinde Güneşin Batmadığı İmparatorluk” olarak tanımlanan Birleşik Krallık[2] (United Kingdom: The country of Great Britain and Northern Ireland) ilk beşte yok. Fakat hâlâ dimdik ayakta… Ben bugüne kadar İngiliz dil bilimcilerin “İngilizcedeki yabancı kelimeleri atalım, yerlerine İngilizce kelimeler yerleştirelim.” dediklerini ne duydum, ne de okudum. Fakat hakimiyeti altında 100 yıl bile kalmamış milletlere dillerini öğretmeyi başarmışlar. Nitekim günümüzde, İngiltere dışında resmi dili İngilizce olan 58 ülke var. Hatta yeryüzünde İngilizce anlaşan 118 ülke mevcut. İngilizce bugün, Birleşik Krallık İngilizcesi, ABD İngilizcesi, Güney Afrika İngilizcesi, Hindistan İngilizcesi, Avustralya İngilizcesi, Yeni Zelanda İngilizcesi gibi gerek kelime içeriği gerekse telaffuz farklılığı yönünden çok sayıda İngilizce çeşidine sahip büyük bir dil durumunda.[3] Bir de Türkçemize bakalım. Anadili ile ilgili şu bilgilerden, acaba kaç Türkün haberi var? «Türkler, dillerini adım attıkları her bölgeye taşımış. Dünya nüfusunun yüzde 3'ü, dilimizi konuşuyor. Türkçe dünya dilleri arasında 5. sırada yer alıyor. Türk Dil Kurumu (TDK) Başkanı Şükrü Haluk Akalın’ın yıllardır süren çalışmaları, Türkçe'nin dünyada sık kullanılan diller arasında olduğunu gösteriyor. Çalışmaya göre yeryüzünde toplam 6 bin 912 dil konuşuluyor ve Türkçe bu diller arasında dünya üzerinde kullanılan ilk 5 dil arasında yer alıyor. Dünyada yaklaşık 220 milyon kişi Türkçe konuşuyor. Bu da dünya nüfusunun ortalama yüzde 3’üne denk geliyor. Türkçe toplam 6 gruba ayrılıyor ve bu 6 grup içinde 39 dil bulunuyor. Haluk Akalın, Türkiye Türkçesinin 12 milyon kilometrekarelik bir alanda çeşitli kollarıyla, lehçeleriyle, şiveleriyle kullanılmakta olan Türk Dili ailesinin en büyük kolu olduğunu belirtiyor. Akalın, “Türkçe sadece Türkiye sınırları içinde kullanılmıyor. Mesalâ Rusya’da Tofa Türkçesini sadece 30 kişi konuşuyor. Ve dillerini korumaya çalışıyorlar. Oysa bizde, son yıllarda bir yozlaşma var. İş yeri adlarının yabancı yazımı konusunda belediyeler çalışıyor. Eskiden Türkçe Fransızcanın etkisindeydi. Şimdi İngilizcenin. Dilimizi korumaya çalışmıyoruz. Aksine elimizden akıp gidiyor" dedi. Akalın, en çok konuşulan dilleri ise şöyle sıraladı: Birinci sırada Çin var, dünyada 1 milyar 30 milyon kişi Çince konuşuyor. İngilizce ise ikinci sırada, üçüncü sırada İspanyolca, dördüncü sırada Hintçe ve (beşinci) Urduca ve Türkçe izliyor».[4] Osmanlı bir Cihan Devletiydi. Evet Çinliler, Fransızlar, İspanyollar, Portekizler ve Ruslar gibi zulümle, İngilizler gibi politik yaklaşımlarla değil; adil yönetimleriyle, çok çeşitli milletlerden halklar üzerinde kahır ekseriyetle büyük bir memnuniyet oluşturmuşlardı. Beklerdik ki, böyle bir atmosferde Türkçe için de milli bir siyasetleri olsun. Fakat Türkçenin cihan dili olması, ne resmi ne de gayr-i resmi siyasetinde yer aldı. O zaman, son 20 yıldan beri dilimize yerleştirmeye çalıştığımız Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmenistan Türkçesi, Özbekistan Türkçesi, Kırgızistan Türkçesi, Kazakistan Türkçesi ve Kıbrıs Türkçesi gibi halen yaşayan Türkçe kullanım usulleri ile birlikte Irak Türkmen Türkçesi, Suriye Türkmen Türkçesi, Kırım Tatar Türkçesi, Uygur Türkçesi, Gökoğuz Türkçesi, Sibirya Türkleri Türkçesi, Mağrip Türkçesi, Ortadoğu Türkçesi, Arabistan Türkçesi gibi Türkçelerin konuşulduğu bir dünya da olabilirdi. Ne de güzel olurdu! Keşke, her canlının kendine ait bir genotipi olduğu gibi her kelime de tek başına bir mana ifade etseydi. Bir kelimenin birden fazla anlama gelmesinden hiç hoşlanmıyorum. Çünkü yazarken okurlarıma, konuşurken muhataplarıma düşündüklerimi tam aktaramamaktan korkuyorum. Bu korkum son zamanlarda, daha da fazlalaştı. Çünkü konuşurken aklıma gelen ve tabi ki, bilinçli olarak kullandığım, gençlerin çok değil 50 yıl önce sokakta kullanılan kelimeleri dahi bilmemesi, çok normal karşılanır oldu. “Hatırat” kelimemiz de bunlardan biri. Hatırat, menşei (kökeni) Arapça olan “hatıra” sözcüğünden geliştirilen bir kelime ve bunun çoğulu hatıralar. İkinci bir anlamı daha var: Kişi veya kişilerin başından geçmiş olayların bir araya getirildiği kitaplara da hatırat diyoruz. Hatıratlar ikiye ayrılıyor. Yazar, birincilerde kendi yaşadıklarını, ikincilerde anlatılanları yazıyor. Birinci gruptakilere örnek aradığımda, benim aklıma hep merhum Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si ve hemen ardından rahmetli Ali Nar hocamızın “Ortadoğu Günlüğü.” gelmiştir. 11 ciltlik Seyahatname’nin hiçbir cildini okumadım; fakat “Orta Doğu Günlüğü”, Üniversite eğitimi için gittiğim İstanbul’da, 1979 ya da 1980 yılında; her satırını bir sonrakinde ne anlatılmış heyecanıyla okuduğum ender kitaplardandır. Ali Nar’ın, Amman’da kendisine, “Burada sürekli ağlayan Türkçe bilen yaşlı bir amca var. Tanışmak ister misin?” dediklerinde, o ziyaretine ilişkin anlattıkları, az önce okumuşum gibi zihnimde taptaze duruyor. Yazdığım ne olursa olsun Türkçe yazarken ilkelerimden hiç vazgeçmedim. Peki, bu ilkelerim ne zamandan beri var? Sanıyorum Kuyucak Lisesi’nden edebiyat hocam merhum Orhan Özer’İn, Nazilli’de karşılaştığımız kitapçıda, “Musa oğlum, sözlüksüz kütüphane olmaz. Necip Fazıl bile sözlük kullanır ve kullanılmasını tavsiye eder. Sen yazmayı seviyorsun. Gel sana bir sözlük alalım.” deyip, “Hayat Büyük Türk Sözlüğü”nü satın alıp bana hediye ettiği 1977 ilkbaharında ki o günden beri. Ben o anki heyecanımı, şu an bile yeniden yaşıyorsam, evet kesinlikle o günden beri. Orhan hocamızın Almanca ve İngilizcesinin çok iyi olduğu, ayrıca okuyup yazabilecek düzeyde beş dil daha bildiği söylenirdi. Cebinde her zaman kitap vardı ve fırsat bulduğunda hemen kitabını açıp okumaya başlardı. Hocamıza bu kadar dili nasıl öğrendiniz dediğimizde; galiba 5-Edebiyat sınıfında okuyorduk; söylediği şu sözler daima hafızamdaki yerini korumuştur: “Türkçe dilbilgisi kurallarını ne kadar iyi bilirseniz, diğer dilleri o kadar kolay öğrenirsiniz. Ortaokul ve lisede altı yıl yabancı dil dersi aldıktan sonra, yine de İngilizce konuşamıyorsunuz. Çünkü Türkiye’de, ilkokulda, Türkçe dilbilgisi öğretimi yarım bırakılıyor.” 1978 yılının yaz ayları ile 1979’un nisan ayına kadar ki kısmında, yaşça benden büyük kişilerin ekseriyeti oluşturduğu bir topluluğun içindeydim. “Nasıl oldu da kendimi öyle bir ortamda buldum?”, inanın hatırlamıyorum. Bu sohbetlerimizde mutlaka Orhan ve/veya Sosyoloji Bölümü mezunu Osman hocam kesinlikle bulunur ve yanlarında getirdikleri bir kitabı sırayla okurduk. Ben, ortaokul ve liseden arkadaşım Fazıl, hala oğlum Ali Çetin, mahallemizden elektrikçi Kemal abimle ortağı öteyakadan, marangoz Osman abi, Kuyucak’taki tek tuğla ocağının sahibi Ahmet abi hepimiz, bu sohbetlerin müdavimi olmuştuk. Sohbetlerimiz ilgisini çektiğinden, bazılarına babam rahmetli de katılmıştı. Kuyucak parkının, bizim dışımızdaki ziyaretçileri vur patlasın çal oynasın eğlenip vakit geçirirken; parkın olabildiğince debdebeden uzak bir köşesinde yaptığımız bu sohbetler herkese açıktı. Öyle ki, bazı geceler bekçiler hatta Kuyucak’ın sarhoşları dahi gelirler, selam verip usulca otururlar, son derece edepli bir şekilde okunanları, konuşulanları dinlerler; dağılıncaya kadar kalıp, içilen çayların parasını ödemek isterler; Orhan ve Osman hocamlar, Ahmet, Kemal ve Osman abilerim çoğunlukla ödeme yapmalarına izin vermezler, nadiren de olsa onlar da bu zevkten mahrum edilmezlerdi. Şimdi düşünüyorum, Kuyucak parkındaki bu sohbetlerimiz gerçekten çok düzeyliymiş. Bizler farkında olmadan o sohbetlerde çok şeyler öğrenmişiz; yeni yeni hasletler edinmişiz. Bunlardan birisi de Türkçe hassasiyetimiz. Zira o dönem Öztürkçecilik solculuk alameti olmuş ve öyle bir hale gelmiştik ki, “olanak”, “örneğin” diyenler solcu, “imkân”, “meselâ” diyenler sağcı olarak nitelendiriliyordu. Yaşlı genç demeden bilhassa milliyetçi-dindar kişiler Öztürkçecileri “uydurukçu” diye isimlendiriyor, “hostes” yerine kullanılmasını önerdikleri “gök götürgeç konutsal avrat” ucube kelime tamlamasıyla dalga geçiyorlardı. Babam da, dalga geçenlerden biri olmuş ve bir defasında, “Ben de yeni kelimeler türettim. Bundan sonra “göz” yerine “bakaç”, “el” yerine “tutaç” diyelim.” demişti. Hafızamı zorluyorum. Bu tartışmalı ortamda ne Orhan hocam vardı ne de Osman hocam. Onlar hiç bu tartışmalara girmezler, bizleri daima milli hasletlerimizle bütünleşmeye ve evet mutlaka mütedeyyin olmaya teşvik ederlerdi. Hiç unutmuyorum. Bir gece arkadaşlarla beraber Köprübaşında köprünün korkuluklarında oturmuş sohbet ediyoruz. Baktım Osman hocam geliyor. Hemen toparlandık. Osman hocam bize yaklaştı ve incitmemeye azami özen göstererek “Gençler ben namaza gidip hemen döneceğim. Yine sohbet edelim. Siz de bugün eve varınca namazların farzlarını kılıverin yeter. Vakit namazlarının sünnetlerini kılmak zor geliyorsa, farzlarını kılın, fakat mutlaka kılın.” demişti. İşte o yıllarda, Ocak başkanımızın oluruyla “Bizim Anadolu” gazetesinin sarı basın kartlı muhabiri olmuştum. Şiirler yazıyordum ve bunlardan birisi, bir edebiyat dergisi olan “Toker” dergisindeki amatör şairler kısmında, diğeri ise “Ülkücü Ozanlar” isimli kitapta yayımlanmıştı. Ayrıca “Ocakta” yine “Turancılık ve Türkçülük” üzerine bir konferans verdiğimi hatırlıyorum. Sözün kısası, Türkçe’yi artık not ya da mektup yazmanın ötesinde, şiir ve makale yazmak için de kullanmaya başlamıştım. Bunları yaparken mutlaka merhum Orhan hocamın aldığı sözlükten yararlanıyordum. Takıldığım bir konu olursa, Çarşı Camii’nin şadırvanında, namaz öncesi yahut sonrası yaptığımız, süreleri kısa, etkileri derin sohbetlerimizde tamamlıyordum. Bazen de annesiyle beraber kaldıkları evlerine gidiyor, biryandan annesi, o mübarek insanın demlediği çayı yudumluyor, diğer yandan mevzûu derin muhabbetlerimizde neredeyse tamamını ilk kez duyduğum bilgileri beynime değil, unuturum endişesi ile sanki gönlüme işliyordum. Velhasıl, lise iki ve özellikle üçüncü sınıfta edebiyat derslerimize giren Orhan hocamın dersleri, üniversite hayatımda bile şahit olmadığım kadar özgür bir ortamdı. Hocamız, saygıdan kesinlikle ödün vermeden, sınıf içi sesli, hatta yüksek sesli değerlendirmeler yapmamıza izin verir, bu kora kor fakat seviyeli tartışmalarımızı aynı zamanda İstanbul Türkçesi ile yapmamız için, azami gayret sarf ederdi. Örneğin argo konuşmalara kesinlikle izin vermezdi. Kibar konuşmanın soytarılık değil, meziyet olduğunu sık sık hatırlatır, birbirimize “sayın”, “beyefendi”, “hanımefendi” diye hitap ederek tartışmamızı öğütlerdi. Diyebilirim ki, “konuları, her türlü kabulden ve peşin hükümden uzak, hür bir şekilde inceleyebilme yeteneğimizin lise dönemimizdeki evriliminde, herhalde en önemli pay Orhan hocamıza aittir. Evet bütün öğrencilerinden, fakat özellikle milli ve dini değerleri önceleyen bizlerden, Türkçenin, tıpkı tabiat gibi, atalarımızdan bize kalmış miras değil, neslimize ulaştırmak üzere onlardan teslim aldığımız emanet olduğuna yürekten inanmamızı isterdi. Türkçeye ilişkin ilkelerim, işte bu tadına doyamadığım sohbetlerde oluşma sürecini çoktan tamamlamış, nerdeyse tam netleşmişti. Neydi bu ilkeler? Birinci ilkem, yazdığım ne olursa olsun, Türkçenin bir edebiyat dili olduğunu ve bu özelliğini mutlak surette korumam gerektiğini unutmak bir yana, her fırsatta anlatarak yazmalıydım. İkinci ilkem, kitaplarımı okuyan herkes, yazdıklarımı kolayca anlamalıydı. Bu maksatla, hep konuşur gibi yazmayı tercih ettim. Aldığım geri dönüşlere göre, hamdolsun, bu hedefime büyük ölçüde ulaşmışım. Üçüncü ilkem, eski-yeni Türkçe demeden, Türkçe değil safsatasına hiç pirim vermeden, yeri geldiğinde en yeni, gerektiğinde de unutulmaya yüz tutmuş söz ve sözcükleri kullanmaktan çekinmeden yazmalıydım. Nitekim, bu eserimizde de eskitemediğimiz kelimelerimizle birlikte nerede uygun düşmüşse olanak kelimesini kullanıverdik. Atalarımın dilindeki o naif sözcükler kadar gönül telimi sızlatmasa da, çoğu kulağımı tırmalasa da, benim dilimin kelimeleri deyip, örneğin müşahhas diyeceğime somut, mücerret diyeceğime soyut, tasvir etme diyeceğime betimleme, tatbik etme yerine uygulama ve tespit etme yerine saptama demeyi de görev bildik. Keza, seveceğinizi düşünüp, yaşadığımız ortamın en hoş bileşeni, Ege ağzından da bol bol örnekler verdik. Dördüncü ilkem, “Bir paragrafta bir kelime iki defadan fazla kullanılmamalı.” genel yazım kaidesine hep sadık kaldık. Anlamdaş kelimelerden, demek istediğimi çok daha iyi hangisi ifade ediyorsa, onu kullanmayı yeğledik. “Ne kadar çok kelime, o kadar anlam derinliğidir.” anlayışı, temel prensibimiz oldu. Beşinci ilkem, nasıl ki, bir problemin en az iki çözüm yolu vardır, konuları açıklarken, aklıma gelen bütün alternatifleriyle konuyu önce kendimize anlattık. Hangi kelime veya cümle, kastettiğimiz anlamı ortaya koymuşsa onları yazdık. Altıncı ilkem ki, bunun üzerinde hassasiyetle durduk: hatıratımızı yazarken, okuyucu sıkılmak bir tarafa, kitabımızı elinden bırakamasın, bir nefeste okuyup bitirsin arzu ettik. Kanaatimizce bunu sağlamanın yolu, her şeyden önce anlatılanlar kesin kes yaşanmış olmalıydı. İnandık ki, hatırat yazarı, anılarını yazıya dökerken o dönemin, o yerlerin, o insanların hatta - sözüm meclisten dışarı - o hayvanların meydana getirdiği ortamı, iç dünyasında tekrar tekrar yaşamaya mecburdu. Bu öyle bir hal olmalıydı ki, yazar içi buruk, burnunun direği sızlamış hatta göz yaşlarına engel olmayıp zaman zaman ağlamış bir ruh haliyle cümlelerini kurmalıydı. Biz kitabımızı, işte böyle bir ruh haliyle yazmaya gayret ettik. Yedinci ilkem, sözlükler benim her zaman ilk başucu eserim olmuştur. Yazdığım her şeyde olduğu gibi bu kitabı yazarken de mutlaka sık sık sözlüklere ve sık sayılmayacak ölçüde yazılı ve sözlü kayıtlara başvurdum; dünyayı parmaklarımızın ucu kadar yakınımıza getiren internette çok sörf yaptım. Hep düşünmüşümdür. Peygamberleri büyük kılan neden kendilerine kitap indirilmesidir ve sırasıyla Hz. Davut (AS)’a indirilen Zebur, Hz. Musa (AS)’a indirilen Tevrat, Hz. İsa (AS)’a indirilen İncil’in indiriliş sebebi olarak ,neden Allah lafzı olmaktan çıkarılmaları gösterilmiştir? Neden Allah lafzı bu kadar önemlidir ki, Allah’ın indirdiği son kitap olduğu ve bir daha kitap gönderilmeyeceği belirtilen Kitabımız Kur’an-ı Kerim, bizzat Allah tarafından korunmaktadır? Geldiğim yerden, donatıldığım yetenekler ölçüsünde geriye ve ileriye bakınca gördüğüm, kitaplar toplumların maziden atiye gereksinim duydukları temel kılavuzlardır. İman ettim ki, Kur’an-Kerim’in geçerliliğini zaman ve mekândan münezzeh kılan özelliği, O’nun ila nihaiye Allah lafzı olarak kalmasıdır. Çünkü geçmişi, geleceği ve bütün varlıkları her şeyi ile bilen, sadece ve sadece Hz. Allah (cc)’dır. Çünkü O, bu alemi yaratandır ve yaradılmamıştır. Biz kullarının bildikleri, yalnızca açık-seçik bildirdikleri ve öğrenmemize izin verdiklerinden ibarettir ki bunların tamamı yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimi meydana getirmektedir. Bu mutlak doğrudan zerre miskal sapmadan düşündüklerimizi yazmaya devam ediyoruz. İnsanların yazdığı kitapları, yüzlerce hatta binlerce yıl sonra da yararlanılan eserler arasına katan temel özellikleri ise, insan verimliliğinin olmazsa olmaz koşulu çok sesliliği öncelemeleri ve dönemini aşan çıkarımlar sunmalarıdır. Lütfen unutmayınız, toplumların fikri, ameli ve medeni düzeyleri, ancak ve ancak özgür düşünme ve yaşamaya verilen önem, teşvik ve herhalde en önemlisi destekle yükselir. İz bırakan kitaplar, doğar, büyür, gelişir (bilimsel kitaplar ise geliştirilir, geliştirilir, geliştirilir…) ama hiç ölmezler. İbn-i Sina’nın nerdeyse tüm bilim dallarıyla ilgili bilgiler içeren 11 ciltlik eseri “Kitabü'ş-Şifa” ve şahsi tecrübelerinden oluşan “-el Kanun fi't Tıb” yapıtları hâlâ başucu eseri ise bunun sırrı ne ola? “Mukaddime” İbn-i Haldun tarafından; Mahmut Makal “Bizim Köy” isimli kitabını, hangi şartlarda ve nasıl bir ruh haliyle yazdı ki, etkileri devam ediyor. “Can-ı gönülden duamız, inşallah bizim eserlerimiz de ardı arkası kesilmeyen sadaka kervanlarımızdan olur.”

[1]Çağrı Kaçmaz. Tarihte En Uzun Süre Hüküm Sürmüş 5 Önemli İmparatorluk. Erişim Tarihi: 17 Mayıs 2020, Erişim Adresi: https://www.sozcu.com.tr/2015/gunun-icinden/tarihte-en-uzun-sure-hukum-surmus-5-onemli-imparatorluk-953608/
[2] Özlem AYDIN (Danışman Doç. Dr. Abdulhalim Aydın), 2012. Chrıs Cleave’in Küçük Arı Adlı Eserinde Çokkültürlülük ve Ötekilik Teması. Yüksek Lisans Tezi, T.C. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Batı Dilleri Edebiyatı Anabilim Dalı İngiliz Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı, Elazığ, 106 s. Erişim Tarihi: 17 Mayıs 2020, Erişim Adresi: https://openaccess.firat.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11508/14964/303661.pdf?sequence=1&isAllowed=y
[3] İstatistiklerle İngilizce. Erişim Tarihi: 17 Mayıs 2020, Erişim Adresi:
https://englishninjas.com/blog/tr/istatistiklerle-ingilizce/
[4] DÜNYADA KAÇ KİŞİ TÜRKÇE KONUŞUYOR? Erişim Tarihi: 19 Mayıs 2020, Erişim Adresi: http://gocmenplatformu.com/haber/dunyada-kac-kisi-turkce-konusuyor