Sadece salgın dönemlerinde değil, savaşlarda, iç karışıklıklarda, baskıcı rejimler altında elimizden alınan, sağlık sorunları zamanında kıymetini daha çok bildiğimiz, uğruna binlerce roman ve şiir yazılmış, masum sekiz harfin ardına gizlenmiş kocaman bir mücadele öyküsü. Özgürlük, kadınlar özelinde ise farklı türlerde ayrımcılık ve eşitsizliklerin yarattığı zincirler ve kadını ikinci sınıf vatandaşa indirgeyen yasalarla çok farklı bir anlam ifade ediyor. Bu zincirler kimi zaman giyim kuşamdan, sosyal yaşantıdan, oturup kalkmaktan oluşuyor. İnsan haklarının aslında kadın-erkek bütün bireyleri kapsaması gerekir. Eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkı diyebileceğimiz ve doğarken sahip olduğumuz bu temel haklar, ömrümüz boyunca kesintisiz olarak sürer, vazgeçilemez ve hiçbir durumda değiştirilemez. Haklarımızı koruma altına alan hukuk sistemine göre herkes cinsiyet, ırk, renk, din, dil, yaş, uyruk ya da toplumsal köken, düşünce farkı, mülkiyet gibi farklara bakılmaksızın yasalar önünde eşittir. Ancak yasaların zaman zaman gerektiği gibi uygulanmadığı ve haklarımızın yeterince korunmadığı da bir gerçek. Yasalar bazen kadınlar gibi erkeklerin haklarını da korumayabilir. Ne var ki, kadınların hakları ihlal edildiğinde, bu durum çoğu zaman kadınlar sırf kadın olduğu için gerçekleşir. Örneğin aile içi şiddet veya töre cinayeti dendiğinde, şiddete maruz kalan veya öldürülen kişinin erkek olduğunu kimse düşünmez. Veya “eşit işe eşit ücret” talebi dile getirildiğinde, eşit işe eşit ücret almayanın kadın olduğu açıktır. Cinsel - bedensel şiddeti meşrulaştırmak için erkeklerin değil, kadınların giyimi veya geç saatte sokakta olduğu konu edilir. Neden mi böyle? Nedeni çok basit. Nedeni tamamen biziz. Kendimizden sonraki nesillere bu kavramları, bu düşünceyi aşılayan da biziz. Yani doğal olarak kendi bacağına sıkan da biziz. Günümüzdeki adalet ve algı sistemi, kültürümüz ile birlikte birleştiğinde sıfır eşitlikle karşılaşıyoruz. Özetleyecek olursak, bu ülkede kadın olmak da zor, erkek de…