Aşk gibi, tarifini aramanın anlamasız olduğu bir şey mutluluk. Her insanın hayatında en çok aradığı, ulaşmak için çaba sarf ettiği mutluluk, çoğu zaman beklenmedik anda ve ansızın gelir hayatınıza. Her insanın mutlu olduğu şeylerin farklı olması, kişiye özel olduğu anlamına da geliyor. Bu sebepledir ki aradığınızı tarif ederken bir kısaltma olarak kullanıyoruz mutluluk kelimesini. İçinde barındırdıkları olduğu gibi, barındırmadıklarıyla da gelen mutluluk, aslında bir gecelik ilişki gibi gelip geçici. O kadar çabuk tüketiliyor ki, onu bulduğunuz anda yaşadığınız duygu, en fazla saatlerle ölçülebilecek zaman diliminde kaybolup gidiyor. Sonrasında belki aylarca belki de yıllarca arayacağınız yeni bir mutluluk yolculuğuna çıkarıyor sizi. Toplumun mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koyan insanlar var. Başkalarının yüzündeki tebessüm, aslında o kişilerin mutluluk tariflerinin ta kendisi. Ve emin olun bu uğraş için feda ettikleri şeyler bazen çok değerli olabiliyor. Hiç tanımadığı bir insanın yüzündeki gülümsemeyi görebilmek için, kendi hayatlarından veriyorlar. Her ne olursa olsun bu onları yüceltecek bir durum değil bana göre. En nihayetinde feda ettikleri şey o gördükleri gülümsemeyle birlikte kendi içlerinde yaşadıkları haz duygusu için. İnanın bana hiç kimse, kendisinin en ufak menfaati olmadan bu kadar cömert olmaz, olamaz. İnsanoğlunun etkileyici sözlerle başkalarına adadıklarını iddia ettikleri hayatları diye bir şey yok. Olaya çok geniş perspektiften baktık. Ama bakış açımızı ne kadar genişletsek yada ne kadar daraltsak varacağımız sonuç bundan başka bir şey değildir. Dünyada yaşayan sekiz milyar insanın her birine olduğu gibi, bizim içimizde de “BEN” duygusu hakim. Her ne kadar temiz duygularla örtmeye çalışsakta bunu, gelinen son noktada kendi içinde yaşayacağı mutluluk olmadan, kimse kendinden bir parça feda etmez. Bu insanoğlunun fıtratında var. Yüce Yaradan’ın mekanizmaya fabrika ayarı olarak yüklediği bir yazılım bu. Bu gerçeği görmezden gelerek, başkalarına iyilik yaptığı için kendini iyi insan sıfatına sokanlarla, bencilliği kabul edenler arasındaki tek fark, mutlukluğun değdiği insan sayısıyla ölçülebilir. En nihayetinde ego galip gelecektir. Yaşadığımız toplumdaki eksiklikleri görüp, bunların giderilmesi için söz söyleme görevi yürütüyoruz. Bu görev kötüye kullanılabilir bir görev midir? Tabiki evet. Ama yukarıda bahsettiğim gerçekliğin ışığında bakarsak, kendine ve topluma söylediğin, ve söylediklerine giydirdiğin “toplum menfaati” kılıfı çoğu zaman dar gelir, konuyu anlatma şekline. Ölçüp biçmeden, acemi bir terzi gibi dikersen kılıfı, illaki bazı bölgelerden patlak verir, bozulur. Peki ya topluma anlattıklarına dikilen kılıf tam oturuyorsa üzerlerine. Sıkmıyor, patlamıyorsa… Belki de egolarını öldürmüş insanların var olma ihtimali sandığımızdan fazla olabilir. Hiç bir zaman ulaşamayacağımız kesin ve net bilgiye çok uzaksak. O zaman anlattıklarımız tırışkadan nağmeler pozisyonuna düşmez mi? Biz bir şeyler yazarken, veya sesli olarak bunları dile getirirken, anlattıklarımız kadar anlatma şeklimize de dikkat etmek zorundayız. Bazen olayın gazına gelip çokta dinleyicinin seviyesini düşünmeden konuşup geçiyoruz. Ama insanlar özellikle senin ne anlattığınla değil de, kendi anlamak istediğini duymayı bekliyorsa, döktüğün cümleleri bir kenara atıp tek bir kelimeyle yargılıyorlar ve infaz ediyorlar bizi. Buradan da ben şunu anlıyorum, her insan yaşam boyu mutluluğu değil, yaşam boyu kavgayı arıyor. Çünkü bazı insanlar mutluluğu bir silahın şarjöründe taşıyor. Bu silah kime doğrulmuş, kimi vurmuş umursamıyorlar bile. İşte o zaman bazılarımız için yaşam boyu mutluluk diye bir şey asla olmayacak. Kendi mutluluğunu, başkalarının mutsuzluğunu endeksleyen bu tarz insanlar, toplumu mutlu etmek için görev aldıklarında içlerindeki şeytan birden bire dışarı çıkıyor. Ve bunun olacağını önceden görenlere, Uğur Mumcu olmayı değil, Salman Rüşdi olmayı alenen teklif edebiliyorlar.