MARKSİST SOSYOLOJİ Marksist sosyoloji, Karl Marx’ın çalışmalarının metodolojik ve analitik kavramlarından yararlanılan bir sosyoloji uygulaması olup 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıktı. Marksist sosyolojinin ilk önderleri, Avusturyalı Carl Grünberg ve İtalyan Antonio Labriola’ydı. Grünberg daha sonra Frankfurt Okulu diye anılan, Marksist sosyal teorinin merkezi olarak bilinen Almanya Sosyal Araştırmalar Kurumu’nun ilk yöneticisi oldu. Aynı zamanda, Labriola’nın çalışmaları sonucunda, İtalyan gazeteci ve aktivist Antonio Gramsci’nin çok önemli bir yeri olduğu anlaşıldı. Gramsci’nin Mussolini’nin faşist rejimi sırasında hapishanede yazdığı yazılar; Marksizmin kültürel zincirinin gelişimi için zemin hazırladı ve mirası Marksist sosyoloji içinde önemli özelliklere sahip oldu. Fransa’daki kültürel alanda ise Marksist teori; üretimden ziyade tüketime odaklanan Jean Baudrillard tarafından geliştirildi. Marksist teori ayrıca ekonomi, iktidar, kültür ve statü arasındaki ilişkilere yönelerek Pierre Bourdieu’nun düşüncelerinin gelişimini şekillendirdi. Louis Althusser, teorisinde ve yazısında Marksizmi genişleten bir diğer Fransız sosyoloğuydu ancak o kültürden ziyade toplumsal yapının görünüşüne odaklandı. İngiltere’de, Marx’ın analitik odağının çoğunu yaşadığı sırada yalanlayan İngiliz Kültür Araştırmaları olarak da bilinen Birmingham Kültür Araştırmaları Okulu, Marx’ın teorisinin kültürel yönleri olan iletişim, medya ve eğitim gibi konulara odaklanan kişiler tarafından geliştirildi. Marksist sosyoloji dünyanın her tarafına kök salmış olup bunda en önemli etken Amerikan Sosyoloji Derneği’dir. Marksist sosyoloji, sınıf üzerine odaklanmaya dayanmasına rağmen bugün sosyologlar tarafından cinsiyet, ırk, cinsellik, iktidar ve milliyet gibi konuları incelemek için kullanılmaktadır. MARKSİST SOSYOLOJİNİN MÜSLÜMAN-TÜRK MİLLETİNE OLAN NEGATİF ETKİLERİNİ ÜSTAD CEMİL MERİÇ’TEN DİNLEYELİM Avrupa medeniyeti tarih sahnesine ayak bastığı sırada, Asr-ı saadeti istisna edersek, Osmanlı İslâmiyet’in şevket devri olan Osmanlı bütün ihtişamıyla yaşıyordu Bu kadar civanmert bir medeniyetin Avrupa karşısında mağlup olması mukadderdi. Çünkü Müstağribler [garbiyatçı’ yahut, oryantalist’in tam karşıtı yani batı’yı bir doğu’lu olarak söylemleştiren kişiler]  kendi ülkelerinden, mukaddeslerinden, mazilerinden kopmuşlardı. Bu bedbahtlar için Türk ve İslâm’a ait her değer bir suçtu. Bunlar Batı ile Doğu’nun mukayesesini hiçbir zaman yapmamışlardır. Kapitalizm Protestan ahlakının çocuğudur, Weber’e göre. İkinci bir ahlak, Yahudi ahlakıdır, tefeci ahlakıdır. Avrupa’da üç dünya görüşü vardır: Hıristiyanlık, Kapitalizm, Sosyalizm… Bunları Avrupa, insanlığa teklif eder. Hıristiyanlık, imtiyazları devam ettirmeğe yarayan bir bekçidir. Burjuvazi, şatonun payandası olan kilise ile mücadele etti. Burjuva dünya görüşü hürriyetçidir güya. Bütün dünyayı istismar etme hürriyeti… Burjuvazi bir taraftan işçi sınıfına, bir taraftan aristokrasiye karşı liberalizmi geliştirdi ama bu bir kavga silahı ve sınıf yalanıydı. Müslüman Türk insanı nasıl anlayabilirdi bunu? İntelijansya (aydınlar sınıfı) batının yalanlarını taşımaya başladı. Bütün mantık çerçevesinden sökülmüş bir halita (karışım) halinde empoze etmeye çalıştı: Batının bütününü ifadeden aciz olan liberalizm ve Pozitivizm denen, manevi inançları kökünden söken ilimcilik gibi. Aklın da, hürriyetin de karikatürünü aldık. Batı, kafamızı bir düşünce enkazı ile yoğurdu. Ve insanımız eline verilen reçeteleri okumaya memur edildi. Tek parti devri belli bir reçeteyi yegane hakikat olarak sunmuştu. Batı ideolojilerinin büsbütün tatsızlaşmış sahte ve sahtekâr formülleriydi bunlar. 1960′dan sonra setler yıkıldı, Avrupa’nın yeni baatılları büyük bir kesafetle hücum etti. 1960′a kadar Türk intelijansyası batı hakkında hiçbir fikre sahip değildi. Tek parti devrinde Türkiye’nin bütün irfanı belli kitaplardan ibaret idi. Efendisinin ilaçlarını çalıp içen uşak rolünde idik… 60′dan sonra Batı düşüncesi taarruz etti. Hazırlığımız yoktu. Beynimiz küçülmüştü ve düşünemiyorduk. lntelijansya batının yalanlarını tekrarlıyordu. Sosyalist düşünce bütünü ile geldi. Hangi şartlar altında doğmuştu, düşünmedik. Genç nesiller bu düşünce akımı karşısında sarhoş oldular. Salib (Haçlı) için bir dehşet kaynağı idi İslâmiyet. Avrupa İslâmiyet ile meşgul olmamıza izin vermiyordu. Avrupa eserini tamamlamak için yeni bir zehir ihraç ediyordu. Sosyalizm Türkiye için bir felaket oldu. Gençlere İslâmiyeti değil, ecdadına hakaret etmeği öğretmiştik. İntelijansya; -Türk-İslâm medeniyeti yoktur, Hun medeniyeti, Tatar medeniyeti vardır, ecdadımızdır diyor ve Osmanlıyı tarihten kazımak istiyordu. -Osmanlıyı inkâr etmek için bazen İran’a, bazen Yunan’a, bazen Turan’a kaçtı. Genç nesiller; -Tanzimat’tan beri karşılaştığı ihaneti görünce kendilerine bir sığmak aradılar. İslâmiyeti bilmiyorlardı, tarihlerinden utandırılmışlardı. -Türkiye Tanzimat’tan beri bir başkası olduğuna inandırılmak istenmiştir. Genç nesiller Avrupalı olamayacaklarını anladılar. İnsaniyet bayrağını taşıyan yeni bir ideoloji buldular: Sosyalizm.O zamana kadar bir tek düşünce Türk insanına verilmedi. Marksizm verildi. Nesiller bu aldanışı kanlarıyla ödediler. İdrâkimiz, 1960′dan sonra yani batı bütün dişleri ve tırnaklarıyla karşımıza çıktıktan sonra uyandı. Nefis müdafaası idrâke, şuura ve ilme dayanır. Dünyanın en büyük medeniyetini kurmuş bir ülkenin çocuklarıyız. Karşımızda bir cihan-ı husumet var. Marksizm bir ideolojidir. İçtimai ilimler cihanşümul değildir. Tarih tarafsız değildir. Batı, tarihi, batı insanının üstünlüğünü ispat etmek için yazar. Marksist Sosyoloji bir mistifikasyon (şaşırtma, gizemli bir hava verme, aldatma)dan ibarettir. Batıdan gelen cemiyetle (sosyoloji) ilgili her görüş yalandır.Marksizm bir kilisedir, düşmanlarımızın dinidir, istediği şekilde Türkiye’ye gelmiştir: Türk insanı Marx’i ahir zaman peygamberi kabul etmeye mecbur bırakılmıştır. Bizim nesil kendi hakikatlerimizi anlatamadı yeni nesle. Çünkü Türkiye’de düşünmenin kendisi yasaktı. Biz bu yasakların kuştüyü yatağında yatarken düşman bizi sardı. Harf ve dil ınkılabıoldu. Harflerimizi değiştirmemizi ilk defa teklif eden İslâm düşmanıVolney‘dir. Münif Paşa’nın hocasıdır. Dil davası yoktur, Intelijansyanın yabancılaşması, başkalaşması, düşmanlaşması vardır. Halkın anlayacağı bir dil konuşmaktan elbette ki utanacaklardı. Sonra Kur’an’daki kelimelere tahammül edemediler. Münevvere (aydın) kelimelerde bile tahammül edemediler. Hakikatta dil davası Türk insanının hafızasının iğdiş edilmesidir. Türk aydınları hain miydiler? Hayır, hazırlıksız idiler. İç ve dış düşmanların meydan okuyuşuna cevap veremezseniz, İstikbalin bütün sorumluluğu sizlerin omuzundadır”. ------------------------------------------- Cemil MERİÇ, Ümit MERİÇ, Sosyoloji Notları ve Konferanslar. MERİÇ Ümit, Babam Cemil Meriç.