İnsan, hiçbir şey bilmeden bir hayata gözlerini açıyor. Önce emeklemeyi öğreniyoruz; dizlerimiz yara bere içinde kalıyor. Sonra yürüyoruz; düşünce avuçlarımız acıyor. Ardından koşuyoruzve düşüyoruz; bu kez de dizlerimiz inciniyor. Ama hangisinden vazgeçiyoruz? Çocukken sürekli ilerliyoruz; öğreniyor, gelişiyor, hevesle bir basamak daha yukarı çıkıyoruz. Düşsek de sürüklensek de içimizde durmadan kıvılcımlanan bir istek var; çabalıyoruz çünkü inanıyoruz.

Peki sonra ne oluyor?

Büyüdükçe sorumluluklar büyüyor, hayatın akışı ağırlaşıyor. Dünyaya farklı duygular giriyor ve mutluluğun bile bir acı tarafı olduğunu öğreniyoruz. Her günün bittiğini görüyoruz ama aynı zamanda yeni bir günün doğacağını da kavrıyoruz.

İşte tam bu noktada, insan büyürken renkler küçülüyor sanki. Çocukken hayatın bütün renkleri daha parlaktır; kırmızı gerçekten kan gibi canlıdır, mavi göğü tamamen kaplar, sarı güneş gibi içimizi ısıtır. Ama zaman geçtikçe sorumluluklar ve kaygılar, renklerin üzerine ince bir sis gibi çöker. Dünya ne tamamen siyah olur ne de beyaz; en çok griyi tanırız artık.

Hevesler de bu griye karışır. Bir zamanlar “hemen şimdi” dediğimiz hayaller, büyüdükçe “belki bir gün” olur. Koşarak peşinden gittiğimiz şeylerin yanından sessizce geçmeye başlarız. Hayatın parlaklığı azaldıkça, içimizdeki ışığı bazen bulmakta zorlanırız.
Ama gri, durmanın değil; düşünmenin, kendimize dönmenin rengidir aslında. Renkleri saklayan bir gölge gibidir; biz yeniden bulana kadar bekleten bir eşik…

Yeni günlerle birlikte ne eksiliyor peki? Heves mi, inanç mı, sevinç mi? Belki de hepsi. Yaşıyoruz çünkü yaşayarak öğreniyoruz. Mutluluk diye bir şeyin değil, mutlu anların olduğunu; o anların da bitebileceğini, hatta çoğu zaman bittiğini fark ediyoruz.

“İnsan ölmek için yaşar” derler, ama belki de doğrusu şudur:

İnsan, bitecek bir hayatı anlamlandırmak için yaşar.
Sonu gelecek havayı solur, sonunda gözyaşına dönüşecek kahkahalar atar, bazen küslükle sonuçlanacak arkadaşlıklar kurar ve bitecek olduğunu bildiği bir aşkı bütün kalbiyle yaşar.

Ama hayat aslında nereye baktığımızla ilgilidir. Bitmekte olan havaya değil, o havanın içimizi dolduran serinliğine baksak… Arkadaşlığın sonuna değil bize kattığı güzelliklere odaklansak… Aşkın biteceğine değil, onun güvene ve saygıya evrilebilecek tarafına inansak… O zaman her şey daha güzel gelmez mi gözümüze?

Sonbaharda düşen yaprağa değil, o yaprağın ateş rengine bakmak gibi…
Çabanın sonunda elde kalan hayal kırıklığına değil, o çabayı verirken öğrendiklerimize odaklanmak gibi…
Çünkü insan, kırılmadan kendini tamamlayamayan bir aynadır.

At delicesine koşabilir ama bir noktada ölür; at bunu bilmez fakat biz biliriz koştuğumuz yolun sonu olduğunu. Bizi diğer canlılardan ayıran da bu değil midir? Farkında olmak… Kendi ellerimizle açtığımız pencereden içeri giren rüzgâr için kimi suçlayabiliriz ki?

Nurullah Genç, Rüveyda’da mekânsız ve zamansız bir nefese doğru koşan alaca bir attan bahseder; şiirin sonunda at vurulur ve “içim paramparça Rüveyda” der. Necip Fazıl, “Seni dağladılar değil mi kalbim? İçin su dolu kabarcık…” diye seslenirken yüreğin iç acısını anlatır. Cahit Zarifoğlu, “Güzel günler çabuk geçer; içimiz hep bir hoşça kal ülkesi…” der. Nazım Hikmet ise noktayı koyar: “Şimdi sen de herkes gibisin.”

Hepsinin anlattığı ortaktır: Bir şey başlar, güzeldir, büyür… ama sonunda mutlaka bir eksilme, bir ayrılık, bir vedâ vardır. İnsan çoğu zaman sulamadığı çiçeği kurudu diye koparır; oysa sulamayı unutan da, koparan da yine kendisidir.

Evet, her şey biter.
Ama biten her şey, ardında yeni bir hikâyeye yol açan bir tecrübe bırakır. Bir duygunun bitişi, bir insanın gidişi, bir olayın sonu… Hepsi yerini başka bir başlangıca açar.

Çünkü hayat, birikmiş tecrübelerden ibarettir.
Ve insan, bitişleri anlamlandırabildiği ölçüde yeniden başlama cesareti bulur.