Özellikle Yavuz Sultan Selim Han’ın ismini zikrettik.
Bazı mezhebî sebepler yüzünden bu büyük Sultan hep arka plana atılmıştır.
Halbuki bütün dünya biliyor ki, mezhebî tarafgirlik iddiası tarihî bir palavradır.
Ama Osmanlı hanedanın en büyük Sultanı Yavuz Selim Han gerçek anlamda liyakat ve adalet timsalidir.
Binaenaleyh, geçmişte, liyakate önem vermişiz…
Dünyaya hükmetmişiz…
Bilahare vasıfsız idareciler gelmiş, hâkim iken mahkûm olmuşuz…
Yönlendiren iken; yönlendirilen haline gelmişiz...
***
Osmanlı sosyal yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterroht’a:
“Osmanlı Devleti, geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı’ndan mükemmel şekilde idare ediyordu. O saray da batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyor?” diye sorulduğunda, Profesör Hutterroht’un:
“Sırrını çözebilmiş değilim.16.asırda Filistin’in sosyal yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki, hayretler içinde kaldım. Osmanlı, üç yıl sonra bir köyden geçecek askeri birliğin öğle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini planlamıştı. Herhalde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır” demiştir.
Keyfiyet…
Asalet…
Liyakat…
***
Liyakati esas alan bir sistemin sonucu…
***
Yavuz Sultan Selim Han, İran ile ipek ticaretinin yasak olduğu bir zamanda, bu yasağa rağmen ticarete devam eden dört yüz tüccarın mallarına el koyulup ve kendilerinin de idam edilmesi emrini vermişti.
Pâdişâh Edirne’ye giderken, uğurlamak için gelmiş olan Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, pâdişâhın yanına yaklaşarak, bunların idamlarının câiz olmadığını hatırlatmıştı.
Yavuz Sultan Selim Han:
-Âlemin üçte birini ıslah için üçte ikisinin katli mübah değil midir?
Şeyhülislâm:
-Büyük fitneye sebep olduğu vakit mübah olur.
Sultan Selim Han da:
-Pâdişahın emrine muhalefetten büyük halel olur mu? Memlekette emri geçmeyen pâdişâhın hükûmetinin yıkılması yakındır.
Şeyhülislâm:
-Bunların muhalefeti sabit değildir. Zira ipek vergisi almak üzere memurların tayini, iznin olduğuna delalet eder.
Sultan Selim Han biraz sertleşerek:
-Devlet işlerine karışmak vazifeniz değildir.
Şeyhülislâm da sert bir sesle:
-Bunlar âhiret işlerinizdendir ve bizim müdahale etmeye hakkımız vardır. Bu adamları serbest bırakırsanız ne âlâ, ancak serbest bırakmazsanız size şiddetli bir azap vardır.
Yavuz Sultan Selim Han’ı uğurlamadan ve selam vermeden arkasını dönüp gitti.
Yavuz Sultan Selim Han, hiç kimseden görmesi mümkün olmayan bu hareket karşısında biraz hiddetlendi ise de aslâ hakarette bulunmadan yoluna devam etti. Biraz sonra konak mahalline gelince, hapiste bulunan tüccarların serbest bırakılıp mallarının iade edilmesini emretti ve Zenbilli’ye de özür dileyen bir mektup yazdı {Hoca Sadeddin Efendi,Tâcü’t-Tevârih,II.,sh.549-551}.
İşte liyakatin semeresi…
***
Liyakatsizlik ve son:
Birinci Dünya Harbinin başladığı günlerdi!.. Dahiliye Nazırı Talat Paşa ile harbiye nazırı Enver Paşa ne düşündülerse, sabık(eski) Padişah İkinci Abdülhamîd Han'ın mes'ele hakkındaki malumatına, bilgi ve tecrübesine başvurmayı uygun buldular. Bu mak¬satla İshak Paşa'yı Beylerbeyi Sarayı'na gönderdiler. Otuz üç sene gibi uzun bir müddet Av¬rupa siyasetine hakim olmuş Sultan İkinci Abdülhamîd Han, cevabında şöyle diyordu:
"Bu vaziyette artık benim verebileceğim bir fikir, tavsiye edebileceğim bir tedbir kalmamıştır. Zîra bu zavallı devlet, harbi umumîye sürüklendiği gün münkariz olmuştur. Sizi bana gönderenler harbe girmeden önce göndermeli idiler. Dünyanın karalarına ve denizlerine hakim olan devletlerine karşı Almanya ve Avusturya ile birleşip ateşe atılmak, tarihin ender kaydettiği hatalardandır…”
Abdülhamîd Han, herhalde bu konuşmasından tatmin olmayan Enver Paşa'yı da Beylerbeyi Sarayı'na davet ederek nasihatlerde bulunmuş ve şöyle demiştir:
"33 senelik saltanatımda, ferdin hürriyetine taraftardım. Lakin gelişigüzel bir hürriyet ve serbestiyi hiçbir zaman istemedim. Meşrutiyeti ben îlan ettim. Ama mebuslarımızın kifayetsizliğini görerek kapattım. Meclisi mebüsanın Doksanüç Harbinde verdiği kararın bize neye malolduğunu bilirsiniz.
Balkanları kaybettik, İstanbul'a gelen Ruslar ile bir andlaşma imzalamaya mecbur olduk. Andlaşma imza ederken Saffet Paşa'nın ağladığını işitince ben de ağladım. Ama gözyaşı dertlere deva olmuyor. Şimdi siz de acele ile bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. İnşaallah hayırlı olur. Fakat Allah göstermesin ya felaketle biterse... İster misin bu da Anadolu' nün kaybına malolsun! Her devirde devletin düşmanı olmuştur. Siz de bu düşmanlarla işin iç yüzünü bilmeden birleştiniz.
Hareket ordusu ile İstanbul'a geldiniz. İktidarı ele aldınız. İstediğiniz makama geçtiniz. Yapmak istediklerinizi niye yapmıyorsunuz? Bunlara güvenme oğlum, insanı bugün alkışlayanlar, yarın onun aleyhine dönüp parçalamasını da bilirler. Dikkatli ol!.."
Ne var ki büyük hayaller peşinde koşan Enver Paşa ile İttihad ve Terakki'nin ileri gelenleri bu mühim nasihatlere de kulak asmayarak bildikleri yolda yürüdüler. Böylece devletin yıkılmasına sebep oldukları gibi, millete kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmadılar.
***
Daha ötesi var mı?