Bananeci ahlaktan azade bir Din’in müntesipleri olarak maddiyatı red etmeden; ancak, dünyevileşme girdabına da düşmeden hayatı idame ettirmenin zorluğu da güzelliği de iç içedir. “Yarın ölecekmiş gibi Ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için” çalışmayı tavsiye eden Peygamberimiz (sav), seküler ahlak ile aramızdaki ince çizgiyi bize tarif etmiştir. Gösterişten, şatafattan uzak; ama, halk içinde olmayı tavsiye eden bir gelenek, her daim irfanımızda var olmuştur. Bu duruş ve hareket, bir medeniyet inşa ettirmiştir. Ne zaman ki “muvazene” tepetaklak oldu, hayatın akışı bir maddi tapınmaya dönüştü; o vakit vasıtalar, amaçlar için mubah kılındı. Bu telakki ise, hırsı ve tamahı beraberinde getirdi. Hırs ve tamaha bulanmış Müslümanlar, maddiyat çamuruna battı. Maddiyata müteveccih bir hayat maddiyata tapınmayı önem atfedince makam ve mevkii için basamak yapılan yığınlar güruhunun zamanla harman olmasına yol açtı. Artık, herkes birbirinin sırtına basar oldu. “Altta kalanın canı çıksın” düsturu, ana gaye olmuştur. Üstlere vuslatın, zalim bir fikriyat ile mümkün olabileceği düşüncesi; “halktan olmanın”, seküler tapınmaya dönüşmesi, zaruri neticedir. Halbuki kadim irfanımız ve tasavvuf telakkimiz bize, hep şunu öğretmiştir: “Hizmet muvaffak olsun da; varsın bizim yerimiz camiinin pabuçluğu olsun”.* Temel düstur böyle belletilmiştir. Ama, ana eksen kaybedilince, omurgasızlaşmış bir Müslüman tipi kendini göstermiştir. O kadar ki kendimizi maddiyata tapınma uğruna ezikleştirmiş, kapitalist maddiyatçılığa yönelmiş ve kuzu postuna bürünmüş ayılar gibi İslami kisve adı altında ateşle doldurulmuş bir yaşayış tarzını, hayatımızın merkezine almışız. Ama farkına varmadan… Ne zaman ki fark edildi… İş işten geçmişti. Tabiri caiz ise… Atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Elbette bu durum bir günde bu hale gelmiş değildir. Batıcılık ve Batılılaşma uğruna, modernleşme ile hayatımızın şekillendirme çabalarının başladığı günden beri seküler ahlakın ön plana çıkmasına müsaade etmişiz. O kadar ki bohem hayat için, cemiyetimizin temel taşları olan geçmişi ve irfanî boyutu reddetmişiz. Bunun sonucunda kurtuluş ümidimiz gibi gördüğümüz seküler ahlak ya da gayri ahlaki durum bütün cemiyeti ahtapot gibi sarmıştır. Direnme ve mücadele ruhu sadece maddiyat üzerinden şekillendiği için terazi, tamamen maddi tapınmaya doğru kaymıştır. Muvazene, kaybedilmiştir. Bu durumun bugünle bir alakası yoktur. Yüzelli yıllık çözülme ve çürümenin sonucudur. Artık Müslümanların kirlenmeden hayatını idame ettirmesi imkânsız hale gelmiştir. Hele hele her şeyi sanal âlemden öğrenilen bir asırda milli ve yerli şuurlanmanın eğitimle mümkün olduğu fikriyatı tamamen rafa kalkmış vaziyettedir. Şu ifadeler zikredilen hususun hülasasıdır: “Tüketimciliğin getirdiği bir yüz göz olma, teknolojik imkânların sağladığı hedonizmin bir ‘bana ne’ciliği, maddi çıkarların sildiği duygudaşlık... sadece günlük hayatın olağanlığının göstergeleri olarak işlemedi: Artık ortalıkta ne saygılı ne de ıstırap duyan insan var… Bireyler ıstırap duymadıkları sözde bir kriz karşısında kaçışçı bir tavır alarak o krizi sanal şekilde alt etmeye yöneliyorlar: Yani tüketiyorlar, teknolojiyle oynuyorlar, egoist çıkarları maksimum kılmanın acımasız savaşını veriyorlar, somut ve maddi olanı baş tacı ediyorlar. Yeni bir medeniyet değil, adeta insansızlaştırılmış bir dünya kuruyorlar.”(Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Nakleden: A. Böhürler,Yeni Şafak Gazetesi, 01.04.2022). *Bu söz, son devir İslam Âlimi, Süleyman Hilmi Silistrevî’ye (ks) aittir.