Wolfgang Amadeus Mozart - Türk Marşı -Avrupa'daki birkaç milyonluk sessiz yığının sesi, soluğu olacak olan, göçmen hikayelerine hoşgeldiniz.. Alamancı, gurbetçi gibi adlarla anılan insanlarımızın edebiyatıdır aslında göçmen edebiyatı. Ne tamamlanmış, ne de bitmiş bir edebiyattır, ancak hiç bitmeyeceği de kesin gibidir, biçim ve renk değiştirse de. Türkler bundan 58 yıl önce, tarihlerinde ilk defa kitleler halinde, ekmek parası kazanma uğruna vatanlarını terk ederek; dili, dini, kültürü, değerleri farklı yabancı bir ülkeye çalışmaya gittiler. Getirdikleri ve götürdükleriyle çok yazılıp çizilen, bizzat  1972 yılından sonra içinde yaşadığım bu göç hikayesini, 1960'lı  yıllarını ailemden dinleyerek, araştırıp okuyarak, günümüzdeki 2. 3. ve 4. neslin Avrupa'daki  hayat alanını, yaşam mücadelesini karşılaştırarak değerlendirmek istiyorum. Türklerin Avrupa’da hayranlık uyandırdığı yıllarda, Mehter Marşı’ndaki ritimden esinlenmiş  Mozart, 1783 yılında 11 numaralı la majör piyano sonatının (K. 311) 3’üncü bölümünde “Ronda alla Turca” (Türk Marşı)’nı besteledikden 235 yıl sonra bir  gurbetçi çocuğu olarak benim; Almanyalılık, Alamancılık ya da Almanyalı olmak; gurbet kavramının en öteki, en uç biçimi olarak elli sekiz yılını tamamlamış, tarihteki yerini çoktan almış, belgesellere konu olmuş ve en nihayetinde de kendi edebiyatını ve sinemasını, kısaca sanatını oluşturabilmiş, üç kuşak boyunca kimsesiz, öksüz bir çocuk gibi büyüyen bu edebiyatı, ilk başlarda kimsenin ciddiye almadığı, hor görülmüş ve ötekileştirilmişlerin hikayesini yazacağımı kim derdi ?.. Türkiye'den göç edenlerin, göçüp başka memleketlerde kalanların, kısa bir süreliğine gidip hemen dönmek istediği halde bir ömrü gurbette geçirenlerin hikâyeleri...   1 – Bölüm Hikâye  başlıyor.... ‘’Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Türk Firmaları İşçilerinin İstisna Akdi Çerçevesinde İstihdamına İlişkin Anlaşma’’ 1960’ların başında Almanya’nın sanayileşme hızı nüfus artışından hızlı olduğu için Türkiye gibi ülkelerden işgücü istiyor. Türkiye’de ise o yıllarda, hızlı nüfus artışı ve köylerden şehirlere göç nedeniyle işsizlik giderek artıyor. Her iki ülkenin yapmış olduğu anlaşmadan sonra 450 kişilik ilk işçi grubu İstanbul Haydarpaşa tren istasyonundan Almanya’nın Düsseldorf kentine hareket ediyor.Dumanı tüte tüte İstanbul’u terk eden trenden uzanan bekarı, evlisi, yūzlerce el, kimlere veda etmedi ki? Göç, gurbet her yeni damla ile yeniden büyüyen, sonra yine kendine dönerek son bulan su halkaları gibi, öteki sularda, yaban ellerde biçim ve renk değiştirse de hiç bitmeyeceği bir yolculuğa çıkmışlardı. Almanya'nın iş gūcūnū karşılamak için bu sayı kısa zaman da yüzbinleri bulacaktı.Almanya ile yapılan anlaşmanın başlangıçta iki yıllık olmasından dolayı herkesin ilk hedefi para biriktirip dönmekti . Göçmenliğin farklı boyutları  Almanya ile Türkiye arasındaki işçi anlaşmasının uzatılmasıyla başlıyor du: Almanya, ikinci vatan. Söylemek kolay da, ya alışmak? 60'larda çoğunluğu erkek yüzbinlerce Türk, kasabalarından, kentlerinden kopup yeni bir ekmeğe koşarken gurbette bekleyen yeni bir hayat için neler feda edilmedi ki ? Türkiye başlangıçta sadece işsiz sayısını azaltmayı amaçlıyordu. Sonraları 10 yılda 140 misli artan işçi döviz transferleri nimet kabul edilmeye başlanmiş. Nitekim Türkiye 1971 yılında 677 milyon dolarlık ihracata karşılık, 1 Milyar 171 milyon dolarlık ithalat yapıyor. Dış ticaret açığı, 494 milyon dolarken aynı yıl Türk işçilerinin gönderdiği döviz, 471 milyon dolara ulaşmış. 1972 yılında ise, dış ticaret açığı 615 milyon dolarken Türk işçilerinin gönderdiği döviz, 740 milyon doları bulmuş.  Görüldüğü üzere; o yıllarda yurt dışındaki Türk işçileri gönderdikleri dövizle ülke ekonomisine kelimenin tam anlamıyla ‘’Cankurtaran simidi’’ olmuş. Ne yazık ki; gurbet ellere ekmek parası için giden bu vatan evlâtlarına yıllar içinde ‘’döviz yumurtlayan tavuk’’ gözüyle bakılmış, onların sorunlarıyla gerektiği gibi ilgilenilmemiş. Onlar karşılaştıkları çoğu sorunları kendi çabaları ile çözmüşler. Türk işçileri Babam, Annem ve arkadaşları sadece gidip keyfen Almanya'da çok lüks içinde yaşayan insanlar değillerdi. Aslında Türklüğünü ve benliğini korumak için büyük mücadele veren  onurlu, serefli insanlardı onlar. Bir yanları Turkiye bir yanları Almanya idi onlarin…” Zaman döngüseldir ve farklı seçimler yapsan da aynı hayatı yaşarsın. Sana,bana her birimize verilmiş bir ömür vardır. Bu dünyadaki zamanımız bellidir. Ve her şey bir denge içindedir. Caresiz âşıklar dı onlar son durağının  özlem, hasret  olduğu... Memleket sevgisiyle yanıyordu gönülleri ,  hasret üzerine yazılmış mektuplar okudum, ne ozanlar dinledim memleket tūrkūleri söyleyen, acı vatan da ölenler gördüm ben..  Almanya ile Türkiye arasındaki  anlaşmanın 2 yıllık olduğunu yazmıştım sizlere.İki yıl içinde dönmek isteyen insan, hiçbir şeye alışmak durumunda değildi. Dil öğrenmek zorunda değildi, oranın kültürünü öğrenmek zorunda değildi; çünkü zaten kalacağı süre belliydi. Sadece para kazanıp dönecekti. Hayata angaje olmuyorlardı, ne zaman ki iş mahalle ve şehir hayatına adapte olmaya geldi, o zaman farklı boyutlar ortaya çıkmaya başladı. Markete gitmek zorundaydı, pazara gitmek zorundaydı, çocuğunu okula kaydettirmek zorundaydı... Dolayısıyla ilk dönemde büyük zorluklar oldu. İşçi yurtlarında kalabalık koğuşlarda yattılar. Banyo, tuvalet ve mutfağı müşterek kullandılar. Saat başı az bir ücretle, cumartesi, pazarlar da dâhil çalıştılar.  Bu kalış bir travma yaratmamış değil. Tabii gurbetçilik edebiyatı da başlıyordu. Sorunların temelinde ise asıl olarak dil bilmemek yer alıyordu.Almanca bilmedikleri için en doğal isteklerini bile dile getiremediler.  Rahmetli babam anneme defalarca "Hiçbir zaman tam olarak buraya ait olduğumuzu hissetmiyorum" derdi..