Siz kendi tarihinizi yazmazsanız; birileri, sizin adınıza tarihinizi kurgulayıp altın tepside size sunar. Sonra bu kurgu tarihe gerçekmiş gibi inanırsınız. İnanmakla kalmaz yanlışı doğruymuşçasına okullarda ders niyetiyle okutursunuz. Bu açıdan başta yakın Türk tarihi olmak üzere geçmiş tarih yazımı, mutlaka tekrar gözden geçirilmelidir. Türk olmayan Türklerin yazdığı tarihten bir an evvel kurtulmalıyız. Aksi bir durumda sadece Z kuşağı değil; bütün alfabetik harflerle nitelenen kuşaklar bu kör tarih anlatımı ve ısmarlama tarih nakilleri ile heba olur gider. Köksüz bir tarih şuuru teşekkül eder. Bunun da mesuliyeti bizler açısından çok ağır olur. Kendimizden misal vererek konumuzu biraz açalım. Küçük kızım Aydın Efeler Cumhuriyet İlköğretim Okulu (Anaokulu) okurken (10 yıl öncesi) öğretmeni, Osmanlı Padişahlarını, elinde kılıç önüne geleni kestiği, süt banyosu içinde harem hayatı sürdükleri, cariyelerle gününü gün ettikleri gibi ipe sapa gelmez oryantalist saçması bilgileri öğrencilerin bilinçaltına yerleştirmiştir. Bu ve benzeri tarihi red öğretimi hâlâ devam etmektedir. Görünen o ki başında millî olan Milli Eğitim Bakanlığı, bırakınız millî bir eğitim vermeyi, öğretim vermeyi bile becerememiştir. Zira aynı tarih öğretilmekte ve zihniyet devam etmektedir. *** Cismen uzak olan gönül coğrafyamızdan bir misal… Bizden farksız olmayan, İngilizlerin Hindistan coğrafyasında uyguladıkları şu eğitime bir bakınız… “Bugün Hindistan, Bangladeş, Butan, Nepal, Sri Lanka ve Pakistan’ı -bazı tanımlarda Afganistan’ın büyük bir kısmını da- içine alan Hint Alt Kıtası, tarihinin 300 küsur yılını (1526-1858) Bâbür Türk İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında geçirmişti. Daha sonra İngilizler Bâbür Türk İmparatorluğunu tarih sahnesinden silerek Hindistan topraklarına el koymuşlardı. İngiliz devlet aklı, Bâbür Türk İmparatorluğu’nun mirasını kazımaya çalışmak yerine, devreden çıkarmayı ve değersizleştirerek gözden düşürmeyi seçti. Bunun için Tarihî kaynakların çarpıtılması, ders kitaplarında gerekli müfredat ve üslup değişiklikleri, popüler kültürün çeşitli unsurlarının kullanılması gibi yöntemlerle, Bâbürlüler devamlı surette karikatürize edildi. İngiliz işgali sonrasındaki dönemde kaleme alınan metinlerde Babür Türk Medeniyeti “bağnaz, yobaz, diğer kültürlere kapalı, eli kanlı, zalim” bir medeniyet olduğu yeni nesle belletildi. Sonuç belli.”(Kaynak: Taha Kılıç, Yeni şafak-16.02.2020). *** Siz kendiniz olmazsanız; başkaları, siz olur... Hindistan coğrafyasında olduğu gibi Türkiye Türkleri de tarihini yazmadı. Yazılmayan Türk tarihini de Vatikan kaynaklarına müracaat ederek öğrendi. Mesela Vatikan kaynaklarında Büyük Türk Sultanlarından II. Kılıç Arslan’ın Katolik olmak için mektup yazdığına dair kayıtlara rastlıyorsunuz. En azından böyle bir izlenim uyandırılmasına yönelik mektuplara ulaşmanızı sağlayan kurgu bir tarihi metinlerle karşılaşıyorsunuz. Tabiatıyla bu iddia Papalık’a ait. Tarihçi Altay Tayfun Özcan hocanın bu hususla ilgili makalesinin okunmasını tavsiye ederiz. Buraya küçük bir bölümü alıp ne demek istediğimize açıklık getirmiş olacağız. “Papa III. Aleksandr’ın (1159-1181) Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’a sunulmak üzere İngiliz asıllı bir din adamı olan Bloisli Peter’e yazdırdığı Instructio Fidei Catholicae (Katolik inancın öğretisi) ifadesiyle başlayan Latince bir mektup2, Selçuklu Sultanı’nın müttefik cephesini daha da genişletmek üzere Papalığı da bu yapıya eklemek istediği şeklinde bir durumu ortaya koyar. Zira mektuptaki ifadeler, bu evrakın II. Kılıç Arslan’ın gönderdiği bir mektuba karşılık olarak yazıldığı izlenimini vermektedir. Zamanın İslam-Hristiyanlık ilişkilerini yansıtması açısından büyük önem arz eden Instructio Fidei Catholicae’nin en dikkat çekici yönü II. Kılıç Arslan’ın Hristiyanlığı kabul etmek niyetinde olup, bu sebeple Papalığa başvuran bi Papalık makamından Türkiye Selçuklu Sultanı’na gönderilen Instructio Fidei Catholicae (Katolik inancın öğretisi) başlıklı Latince mektupta (1179) geçen ifadeler, II. Kılıç Arslan’ın Papalığa Hıristiyanlığı kabul etmek istediğine yönelik bir mektubu gönderdiğine işaret eder. Bununla birlikte Papalığın II. Kılıç Arslan’a gönderdiği mektubun aktarıldığı eserlerin hiçbirisinde II. Kılıç Arslan’ın mektubuna yer verilmez. Hatta bunun bir izini bile takip edebilmek mümkün değildir. Her ne kadar bazı eserlerde II. Kılıç Arslan’ın Hıristiyanlığı kabul ettiğine ilişkin pek çok yorum ve değerlendirme yapılmışsa da, bunların hemen hemen tamamının Papalık mektubundaki ifadelerin gölgesinde şekillendiği anlaşılmaktadır. “Tanrı’nın hizmetkârlarının hizmetkârı Piskopos Aleksandr, Konya Sultanı’na (…) Mektuplarınızdan ve elçilerinizin güvenilir şekilde aktardığından bilgi sahibi olduk ki Hristiyanlığa geçmeyi arzu ediyorsunuz. Duyduğumuz kadarıyla Musa'nın Torah’ını, Isaia ve Jeremia’nın kehanetlerini, Paulus’un mektuplarını, aynı zamanda da Johannes ile Matthew’in İncillerini öğrenmişsiniz ve (Hristiyanlığı) tam olarak öğrenmek üzere size, bir bakıma bizim makamımızdan İsa’nın dinine mensup bir din adamı gönderilmesini rica ediyorsunuz” Türk Hükümdarı II. Kılıçarslan tabii ki Hristiyan olmuyor. Suyu bulandırsanız bulanık suda ne avladığınızı bilemezsiniz. Zihni bulamukluk , uçuruma giden yolun taşlarını döşemekten ibarettir. (Altay Tayfun Özcan,(2019). Papa III. Aleksandr’ın II. Kılıç Arslan’a Gönderdiği Mektup ve Sultan’ın Hristiyanlığı Kabulü Meselesi: Mit Mi Gerçek Mi?. M E S O S Disiplinlerarası Ortaçağ Çalışmaları Dergisi The Journal of Interdisciplianary Medieval Studies, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/911580) Bu kadar yanlış tarih yazılmasına rağmen, reddi mirasın hala devam etmesi su götürmez bir hakikat iken ve Müslümanlar üzerindeki oyunların tesiri o derece etkili iken yeni nesilden umutlu olmamızı gerektirecek araştırmaların varlığı gelecek adına ümitlerimizi de yeşertmektedir. TVNET Türk Kahvesi programında Ayşe Böhürler hanımefendi, Koç Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Çarkoğlu’nun araştırmasına yer verdi. Araştırmada iyimser olunabilecek veriler paylaştı. Araştırma Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu ülkelerde yapılan Müslüman dünyada da İsrail vatandaşı Müslümanlar, Tunus ve Türkiye’nin yer aldığı 25 Aralık 2021’de açıklanan Dünyada ve Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset araştırmasının sonuçlarından bazı veriler: - Araştırma yapılan ülkelerde Allah'ın varlığına inananların ortalaması yüzde 37. Türkiye’de ise “Allah’ın gerçekten var olduğunu biliyor ve bundan hiç şüphe etmiyorum” diyenlerin oranı 2008’de yüzde 93,1 iken 2019'da yüzde 85,2 olmuş. Yaklaşık 8 puanlık düşüş olsa da yüzde 85,2 oranı ile Türkiye, ortalamanın bir hayli üzerinde... - “Allah’a kendimi bildim bileli hep inanmışımdır” diyenlerin araştırma yapılan ülkelerdeki ortalaması yüzde 53. Ülkemizde ise 2008’de yüzde 96,6 iken 2019'da yüzde 93 oluyor. - Ölümden sonra hayat inancındaki düşüş çok az. Buna inananların oranı 2008’de yüzde 95, 2019'da yüzde 92. Türkiye yüzde 30 olan ortalamanın çok üstünde. Cennet inancı 2008’de yüzde 98, 2019'da yüzde 96. Araştırma yapılan ülkelerdeki ortalama yüzde 29... Cehennemin varlığına olan inanç 2008’de yüzde 97, 2019'da yüzde 95. Yüzde 25 gibi olan ortalamanın çok üstünde... - Kendini dindar olarak görenlerin oranında düşüş daha fazla (bunun içine kendini son derece dindar, oldukça dindar ve biraz dindar olarak tanımlayanlar giriyor) 2008’de yüzde 90 iken, 2019'da yüzde 75 oluyor. Bu oran yüzde 48 civarında olan araştırma yapılan ülkelerin ortalamasının oldukça üstünde. - Kendini dindar olarak görmeyenlerin oranında çok az yükselme var; 2008’de yüzde 7’yken, 2019'da yüzde 13. - Ne dindarım ne de dindar değilim diyenlerin oranı 2008’de yüzde 6, 2019'da yüzde 12. Dinin vecibelerini yerine getirenlerin oranı 2008’de yüzde 75, 2019’da yüzde 71... Dinin vecibelerini yerine getirmeyenlerin oranı 2008 yüzde 24, 2019 yüzde 30 (https://www.yenisafak.com/yazarlar/ayse-bohurler/sakin-olun-degismiyoruz-2061822). Türkiye’de bütün işler olgu üzerinden değil de algı üzerinden yapıldığından yeni nesil ya da alfabetik sıralamanın son harfiyle nitelenen Z kuşağına da algılarla bakılmaktadır. Böyle olunca kırk-elli yaş ve üstü nesiller gençlere “saygısız” yaftasını yapıştırmaktan geri durmamaktadır. Değerlendirmelerini hep şu anki yaşına göre yaptıklarından, olgu zaviyesinden olgun analiz de yapamamaktadırlar. Aynı yaş grubunda iken kendilerine nasıl bakılması gerekliliği hususunu unutmuş gözüktükleri için algılamaya daha yatkın oluyorlar. Elbette gençliğimiz bekleyen çok yönlü tehlikeler mevcut. Ve hala yerli ve milli bir eğitim hayata geçirilemediğinden ötekileştirmekten kaçınmıyoruz. Ayşe Böhürler hanımefendinin yukarıdaki veriler ışığında şu tespitlerine katılıyorum: “Bir yere gitmiyoruz… Gençlerde özellikle 18 yaş için geçmiş ile bugün arasında değişim yok. Hatta gençlerin ibadet pratiklerinin anne babalarından daha yüksek olduğu görülüyor. Ayda 2-3 kez, her hafta birkaç kez ibadet pratiği oranların oranı yüzde 79, annelerinin oranı yüzde 64, babalarının yüzde 71, kendilerinin 11-12 yaşında ayda 2-3 kez, her hafta birkaç kez ibadet pratiği yüzde 53 imiş.” Yeni nesle ya da Z kuşağına algılarla değil de olgularla bakabilirsek fotoğrafı daha net görürüz. İlgili ve yetkililer, gençliğe yönelik “kuvvetli ve zayıf yönlerimiz” nedir diye milli ve yerli bir bakış ile çözüm aramaya başlarlarsa daha mantıklı bir yaklaşım sergilemiş olurlar. Bu takdirde yukarıdaki verileri sağlam bir zemine oturtmuş oluruz.