İnsan her ne kadar kendini çok güçlü zannetse de aslında çok kırılgan ve zayıftır. Dönem dönem elde ettikleri, kendi kudretindenmiş gibi hissettirir de bu kandırmacanın esiri oluverir.  Bu öyle çaresiz bir durumdur ki içine düştüğü anda zayıf olduğu gerçeği yerine güçlü olduğu yalanına inanmayı seçer. Ve bu aldanış onu dahada zayıflatır ve yok eder. Aslında insan bildiği kadar değil bilmediği kadar güçlüdür. Çünkü öğrendiği her şey kabullenmesi gereken bir çaresizliğe daha sürükler onu. Gerçekler acıdır sözüde burdan geliyor sanırım. Süresini bilmediği ve son ana kadar öğrenemeyeceği ömrünü sanki hiç ölmeyecekmiş gibi geçirmesi de bu durumun bir sonucudur. Bilinçaltımız bilir ki başa çıkamayacağımız gerçekleri kabullenmek hayatı devam ettirmemizi güçleştirir. Bu gerçekleri yok saymak, görmezden gelmek işine gelir.  Her an dönmekte olan dünya bir çok hadiseyide yanında sürüklüyor. Mesela tektonik hareketliliği  öyle canlı ki. Biz yataklarımızda mışıl mışıl uyurken dünyanın herhangi bir yerinde bir ada beliriveriyor okyanusun ortasında. Yada bir başka ada sulara gömülüyor biz farkında bile olmadan. Ne dünya dönmekten vazgeçiyor, nede şekil değiştirmekten. Eee şimdi bunu bilmenin ne faydası var bana. Neden durduk yere okyanusun ortasında peydah olan bir ada benim hayatımda yer etsin. Tamam gitmesekte gelmesekte orda bir ada var uzakta ama o ada bizim adamız olmasın.  Birde zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış. Bana ne alt komşum Sarraf Rıza abi bugün kaç para kazandıysa. Ayrıca napayım Rıza Abi parasını eşi dostuyla paylaştıysa, benim cebime giren bir kuruş mu var. İşim gücüm bitti de oturup kim kaç para aldı kime kaç para gönderildi diye gecenin bir yarılarına kadar dost muhabbeti yapacağım. Benim 300 bin dolarlık saatimde yok. 20 liralık saatime bakıp yoluma devam ederim en güzeli. Tabi toplumun bir parçasıyız. Bu yüzden çokta soyutlayamıyoruz kendimizi. Ne kadar kaçsakta tutup bir yerden yakalıyor bizi gerçekler. Görmezden gelsekte yok saysakta hayatımızı etkilediğini biliyoruz. İşte o zaman inceden bir isyan duygusu sıkıştırıyor kalbimizi. Bağırmak çağarmak, önümüze gelene haykırmak istiyoruz çaresizliğimizi. Herkes kendi meşrebince bir kaç cümle döktürüyor toplum içindeki konumna göre farklı mecralarda farklı kelimelerle. İşte tamda bu noktada herkesin bildiği ama bilmezden geldiği. Varlığını hissedip yok saydığı gerçek düğümleniyor boğazında. Bak ben adını bile söylemeye korkuyorum burada. Çünkü çamur nerden kimden sıçrayacak bilmiyoruz. Korkumuz isyanımızı bastırıyor, susuyoruz. Şimdi elde iki gerçek var kabullenmekte zorlandığımız. Ya korkumuzu sindirip haykıracağız, ya isyanımızı bastırıp susacağız. Seçtiğimiz yol ne olursa olsun, başımızı yastığımıza koyduğumuzda huzurlu olmayacağız. Vicdan denen ilahi hakim asla adaletten şaşmayacak ve bizi içten içe yiyip bitirecek. Onu bile kandıranlar olacak aramızda. Onlarıda yarınlarımızı emanet edeceğimiz evlatlarımız yargılayacak eninde sonunda.  Dedik ya en başında. Bilmemek en güzeli. Bilince herşey karmaşık bir hal alıyor. Çünkü insan ister vicdanına olsun, ister hukuka olsun, ister Allah’a olsun, mutlaka hesap vereceğini biliyor ve bu hesabı verememekten korkuyor. Ve belkide gerçekten korkması gereken tek şeyde bu. İşte bu yüzdende en çok kaçtığı, gözardı ettiği, yok saydığı şeyde bu. Ama ne olursa olsun herkes için birgün hesap günü gelecek. Ya vicdanına, ya hukuka. Bunlara hesap veremeyen insanoğlu Allah’a nasıl hesap verecek, herkesin kendisine sorması gereken soruda bu. Bu sorunun cevabını bilmeden, bulmadan hiç birşeyi biliyor sayılmayız. Ne diyor Mevlana Celaleddin-i Rumi: “Ey İnsan Kaf Dağı kadar yüksekte olsanda kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma her şeyin bir hesabı var, üzdüğün kadar üzülürsün.”