Yazmak, ilk çağlardan bu yana kutsal bir eylemdir. Sümer tabletlerinde, “Söz uçar, yazı kalır” der. Tarihi de yazının icadıyla başlatırlar. Yazı, pek çok düşünceyi ölümden kurtarır. Bizden önceki bilge insanlar bilgi, birikim ve buluşlarını yazılı kaynağa geçirmeselerdi düşünce ve buluşları onlarla beraber ölüp gidecekti. Yazmak bir yerde ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır… Yazmanlıkla yazarlık arasında da çok büyük fark vardır. Kimi yazmanlar (katipler) kendini yazar sanırlar. Yazmanların işi söyleneni ya da duyduğunu yazılı kaynağa geçirmektir.
Yazarlık ise çok zor bir iştir, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey. Önce yeteneğin olacak, bu yeteneğini okuduğun, incelediğin yüzlerce, binlerce yapıtlarla besleyeceksin. Belli bir olgunluğa eriştikten sonra yazma denemelerine başlayacak, yazdıklarının pek çoğunu da yırtıp atacaksın. Sonra sen olacaksın, yaratacaksın, taklitçi değil kendine özgü bir yol bulacaksın. Senin yazılarını okuyanlar adını görmeden seni tanıyacaklar. Benim için yazmak yürek soğutmaktır. Belki de biraz kendimle hesaplaşmak, sorgulamaktır. Ereğim koltuk değneğiyle ayağa kalkmak değil, kendi doğamla yaşamak, içsel düşlerimi bilgi ve usla besleyerek doyumun doruklara ulaşmasını sağlamaktır. Ben yazarken sözcüklerle sevişirim, bundan daha güzel ne olabilir ki…
Yazarlar, yaralı insanlardır, duygusaldır. Açan bir çiçek, çiğnenen bir böcek onun içini ürpertir. Vazosunda bir çiçek, duvarından bir tablo olmadan rahat edemez. Bireysel dedikodulardan ıraktır. Kendi iç dünyalarında yaşarken çevresindeki pek çok şeye bakar gibi görünse de ilgilenmez. Kendi iç dünyasındaki kurgu ya da tamamlayamadığı bir dize ile uğraşır. Yazarlar yalnız insanlardır.
Hani Nazım Hikmet: “Koskoca bir dev, minnacık bir kadın sevdi” der ya, minnacık insanlarla onun dünyası örtüşmez. Kaynaşamadığı ve paylaşamadığı için pek çok yazar ve şair yalnızdır. Yazarın içinin ışığı hep açıktır. Gözünü kapasa da gözleri hep kamaşır. Hep harlıdır yüreğindeki ateş. Sıradan insanların onları anlaması da zordur. İçindeki yarası hiç kapanmaz. Ereği, çağlayanları, çavlanları çığlığa dönüştürüp görmezlerin gözüne sokmaktır. Pek çok insanın umurunda olmasa da ona yaşam enerjisi veren bu delice uğraş, düşmana inat bir gün daha fazla yaşamaya yönlendirir. İnsan olarak yaşadığımız şu dünyada yol alırken yaptıklarımız ve yazdıklarımız ışıklı yol olmalı ki yaptıklarımızla yüzleştiğimizde yüzümüz gülebilsin.
Yazar, kalıptan çıkan horoz şekeri satıcısı değildir. Dünyaya bakış açısını sürekli geliştiren, dünyanın neresinde olursa olsun içini acıtan olaylara duyarsız kalamayan, ürettikleriyle hem toplumun hem de dünya insanlarının aydınlanmasına ve gelişmesine katkı sağlayan, ön yargıları yıkarak, at gözlüksüz gerçekleri gösteren kişidir. Sabahattin Eyüboğlu, “Yazarın kalemi küçüldükçe burnu büyür” diyor. Beynini büyüten, yaşadığı dünyayı doğru algılayan, eleştirel bakabilen, sorgulayan insandır yazar. Kimi yazmanlar kendini yazar sanarak farklı ve ünlü olmak, aykırılık ve bireysel varlıklarını gündemde tutmak adına belden aşağıyı, küfrü, argoyu ve geleneksel değerleri silip süpürüp yapay bir dili şiire, yazıya sokmak gibi uğraşlarla hiçbir yere varamazlar.
Halk edebiyatından beslenmeyen, kendi dilinin inceliklerini tanıyıp onu geliştirmeyen yazar, yazmanlıktan öte geçemez. Sanatçının, aydın sorumluluğu gereği okurunu, halkını, dünya insanlarını, en doğruya, en güzele ve en iyiye taşıma zorunluluğu vardır. Kendi dilini özenle ve doğru kullanmayan yazar, yazın dünyasında yer alamaz. Dilde var olan sözcüklerin asıl ve yan anlamlarını, mecaz anlamlarıyla, farklı kullanımlarla dil güzelliği yaratamayan yazan, yazar olamaz. Dil demek o ulusun simgesidir. Dilin yok olduğu bir yerde ulus da yok olur. Bunun bilincinde olan uluslar arası sömürücü çevreler o ulusun dilini yozlaştırmak için elinden geleni yapmaktadırlar.
Nurullah Ataç, “Bir kişinin yazma ya da yazarlık eylemine başlayabilmesi için okuduğu kitaplarla oturduğu odanın duvarlarını örmelidir. Kitapları kendi boyunu aşmaya başladığı zaman yazmaya, yazarlığa başlayabilir.” Okumak benim için bir tapınma, bir arınma, bir uçma, yitip gideni bulma eylemidir. Okumak insanı daha da varsıllaştırır. Kimileri der ya, "roman okur gibi okumak” bu eylem biraz da havanda su dövmeye benzer. Okurken okuduğum yazının inceliklerini, söz sanatlarını anlamadan, ruhunu inceltmeden okumanın insana fazla katkısı olamaz. Örneğin şiir, sözcüklerin damıtılması, derin anlam ve imgeler yüklenmesidir. Bir tek sözcüğün içindeki derin anlama sığınan, tapınan ve şiirin tanrısının söz ve sözcük olduğuna inanmayan özgün yapıt ortaya çıkaramaz. Yazım kılavuzu, başvuru yapıtları, sözcükler ve dil evi yazarın omurgası olmalıdır. Sözün uçtuğu, sesin ve sözün yazıya dönüştürülmesiyle yaşam bulan, böylece ölümsüzlüğünü de örgütleyen us’un, bir başka ölümsüzlüğe ulaşma yolu da elbette kitapların ölümden kurtulmasıdır. Benjamin Franklin’in “Gömüldükten sonra da hatırlanmak istiyorsanız ya okunacak işler yapın ya da okunmaya değer şeyler yazın” demesi de bundandır.
Türkçeyi en güzel kullanan, şirin tanrıçası Bilsen Başaran’ın bir dörtlüğüyle sözlerimi bitirmek isterim. “Söz, seçilmemişse kirece benzer, sönerken yakar / Söz, cenindir tutarsa yaşar./ Söz demiş ya bilge, ışıktan hızlı koşar,/ Yanardağ ağzına kapaktır bir söz.” Özcesi yerinde kullanılan bir söz, bazen başa takılan taç, bazen de başa belaya sokan bir ejderhadır. Yazarlık, dilin mucizesine ermektir.