Yaşam tek kişilik tiyatrodur; ağlayarak gelirsin dünyaya, doyamadan dönersin toprağa. Kara yılanların çöreklendiği, incir sıcağının ortalığı kavurduğu günlerde doğurmuş anam beni. Morlu beyazlı hayıt çiçekleriyle silmiş üstümün kanını. Anamın karnını yırtarak gelirken dünyaya, perde açılıvermiş. Başlamış tek kişilik tiyatro…
Bir ben varım sahnede, emeklemeler, ağlamalar, gülmeler ve anamın sıcacık bakışları. Ayağa kalkıyorum birden, alkış sesleri. Alkışlandıkça koşuyorum, dağa taşa, yokuşa… İnek güdüyorum, pamuk çapalıyorum, taş kırıyorum, okula gidiyorum. Pek çok çocuk var okulda ama ben sahnede yalnızım. Yaşantımız bir oyundan ibaret, bir kapıdan girersin diğer kapıdan çıkarsın. Yaşantında kimi tercih edersiniz? Gitmeyi göze alanları mı kalmayı bilenleri mi? Gördüklerini açık açık söyleyenleri mi, 'Hayat kısa!' deyip sizi üzmemek için susanları mı? İçlerindeki derin kederi gülümsemeleriyle örtenleri mi isyanlarını dile getirmekten çekinmeyip cezalarına katlanmayı seçenleri mi? Konuşamayanları mı konuşmalarıyla herkesi ikna edebilenleri mi? Kazananları ya da kazandığını sananları mı kaybedenleri ya da kayıplarına sığınanları mı? Mevlâna: “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır,” diyor.
Öyleyse bir sınır çerçevesinde tümüyle ilişkini sürdüreceksin. Ben dünyanın tüm renklerini sevdim. Kırmızıyı, yeşili daha çok sevdiğimi söylesem de diğer renkler olmayınca dünyamızın çirkinleşeceğini biliyorum. Sadece çiçekler mi ben börtü-böceği, dağı taşı, doğa ananın yarattığı her şeyi çok seviyorum. Hiçbir çocuk ağlasın istemiyorum. Bir dalın kırılması bile içimi titretir. Dünyaya gelirken tanrıyla pazarlık mı ettik? Ben şu ırktan, şu dinden, uzun boylu, esmer tenli olacağım diye…
Öyleyse o ben, ben o olamaz mıydık? Dünyada iki tür insan var, paylaşımcı iyi insan, açgözlü kötü insan. Koca Yunus demiyor mu? “Adımız miskindir bizim, / Düşmanımız kindir bizim, / Biz kimseye kin tutmayız, / Cümle alem birdir bize,” diye. Yunus’un yedi yüzyıldır yaşamasının temelinde ne vardır dersiniz? Gün doğar can verir tohumlara. Yağmur yağar, kabarır toprak, fışkırır hayat an be an…
Doğal yaşam, kendi yasaları içinde o denli güzel işler ki… İnsan oğlu burnunu sokup işleyişi bozmadığı sürece her yer cennettir. Çünkü doğa yasası yasaların en güçlüsüdür. Bizim bilgi ve birikimlerimiz onun derinliklerine inmemize yetmez. Küçücük bir tohumu, gözle görünemeyecek denli küçük bir börtü böceği yaratmaya gücümüz yetmez bizim. Her oluşum bir değişime gebedir. İnsanlar ne denli debelenseler de belli sınırların ötesine gidemez. Tek kişilik oyun bir yaşam boyu devam eder. Yıldız Kenter’in de eşi olan Çineli Şükran Güngör, bir oyun için Nazilli’ye geldiğinde anlatmıştı.
Çine bir kültür merkezidir. Benim gibi pek çok oyuncu var orada. Cumhuriyetin otuzlu yıllarında Çine’de tiyatro oynuyordu. Örneğin akrabam olan Yalçın Dinçer eczacı olmasaydı benim gibi bir tiyatrocu olurdu,” demişti. Aydın’ın kültür babası olan şair, yazar, milletvekili Mustafa Kemal Yılmaz’la Aydın’da buluştuğumuzda, “Gel seni Yalçın Dinçer’le tanıştırayım,” dedi. Eczanesine gittik, güleç yüzlü, sıcak kanlı, sanat ruhlu bu güzel insana kanım kaynayı verdi…
Daha sonra Yalçın Beyin yanına uğradığımda, “Sana Mustafa Kemal Hocamla ilgili bir anımı anlatayım,” diyerek söze girdi. “O günlerde Eurydice’nin Elleri adlı bir kişilik tiyatro oyununa hazırlanıyordum. Mustafa Hocam, bu oyun ne zaman oynayacak, diye sorunca Aydın üniversitesi tiyatro salonunda oynayacağım tarihi söyledim. O da not defterine yazdı. Oyun günü geldiğinde sahne arkasında son çalışmalarımı yapıyorum. Sahne kenarından salona baktım, sadece bir kişi oturuyor. O da Mustafa Kemal Hocan, ta Ankara’dan gelmiş. Görevliler oyunun oynayacağı günü duyurmayı unutmuşlar. Kendi kendime düşünüyorum, acaba ne yapayım diye. Sonunda kararımı verdim, tek kişilik oyunu, tek kişi için oynayacağım. Oyun bitti. Sahneye geldi, boynuma sarılarak tebrik etti. Sanatçının başına böyle şeyler gelir diyerek bana teselli etti. Bunu hiç unutmuyorum.”
Mustafa Kemal Yılmaz Hocam da tek kişilik oyunu oynayarak, ardında pek çok güzel anılar bırakarak aramızdan uçup gitti. Şimdi çok sevdiği Umurlu Çiçekleri içinde Umurlu'daki gömütünde yatıyor. Yazanı, okuyanı çok severdi. Aydın’daki her türlü dergi ve gazetelere yardımcı olurdu. Yardıma muhtaç kişilerin, kimsesizlerin kimsesiydi. Bir şehitimiz olduğunda mutlaka ilgilenir. “Allahım, bu gençlere kıyma, benim canımı al,” der ağlardı. En çok sevdiği söz de Sümerlilerin söylediği: “Söz uçar, yazı kalır,” sözüydü. Bu sözü de Umurlu parkındaki anıtının önüne yazdırıverdim. Herkes kendi rolünü ezberliyor, doğumla beraber, genlerin getirdiği özelliklerle beraber perde açılıyor. Emekledim, yürüdüm, koştum derken yaşam su gibi akıp gidiyor. Bazen engellerle karşılaşıp bentler oluşsa da bentlerin de bir dayanma gücü var. Koşuyoruz, nereye mi? Başladığımız yerlere… Aynı daire üzerinde durmadan koşan atletler gibi. Koşarken merkeze olan uzaklığımız hiç değişmiyor ama en hızlı koştuğumuzda başladığımız noktaya daha çabuk varıyoruz. İnsan zaman zaman düşünüyor. Acaba kaplumbağa gibi yavaş yaşasak ömrümüz de onun gibi uzar mı? Yaşam, kendi gizleriyle dolu. Her şeyi tüm çıplaklığıyla göremiyoruz. Görme, duyma sınırımız var. Görmediğimiz, duyamadığımız şeyler yok demek değil ki. Doğa Ana her şeyi o denli mükemmel yaratmış ki, bilgiler derinleştikçe daha da hayran oluyor, şaşıyoruz. Narın ne denli mükemmel dizildiğini incelediniz mi hiç? Her dilim arasında bir zar var. Soğanda, yumurtada ve pek çok şeyde olduğu gibi. İnsanlar öğrendiklerinden ders almayı bilselerdi ilişkilerini belli sınırın ötesine taşımak için çalışmazlardı. Dünyaya gelirken bazı roller, gensel özellikler yazılarak geliyor. Sonraki rollerini çevrenin de katkısıyla kendin yazıyorsun. Hazır, ezberlenen rolleri oynamak kolay da kendi yazdığın rolleri oynamak o denli kolay değil. Kurguyu iyi yapmadıysan, gözlemlerin iyi değilse, yeterli bilgi birikimine ulaşmadıysan, yeterli deneyimin yoksa, yazdığın oyun da nitelikli olmayabilir. Sorgulamayı ve yargılamayı bilmeyen insanlar yanlışlarını da doğru sanırlar. Her şeyin en iyisini, en doğrusunu kendileri bilirler. Rol yanlış olunca oyun da mutsuz biter. Bir gün perdeyi kapatıverirler. Oyun da biter. *Ana rahminden geldin perdeye, bir beyaz çarşafla döneriz sonsuzluğa…
*Ana rahim, huzuru özlediğimizde hayatımız boyunca bu huzuru arayıp durduğumuz ama başarılı olamadığımız, bu yüzden huzurlu olmadığımızı düşündüğümüz dölyatağıdır.