Wolfgang Amadeus Mozart - Türk Marşı Rahmetli babam anneme defalarca "Hiçbir zaman tam olarak buraya ait olduğumuzu hissetmiyorum" derdi..  Diye bitirmiştim ilk bölumü. Büyük güç büyük sorumluluklar getirir. Doğru. Ama bu sözün daha iyi bir bakış açısı var ve gerçekten derin bir bakış açısı. Tek yapmanız gereken sözlerin yerini değiştirmek: Büyük sorumluluklar büyük güç getirir. “Her şeyi iyi tarafından görmek” gibi bir şey iyi gibi görünse de, gerçek şu ki hayat bazen berbattır ve yapabileceğiniz en sağlıklı şey de bunu kabul etmektir. BÖLÜM – 2 Almancılar hakkında şimdiye dek düşündükleriniz …..Bildiğinizi ,düşündüğünüz her şey yanlış…İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomisini yeniden toparlamak isteyen Almanya büyük bir isgücüne ihtiyaç duydugunda  söz konusu işgücü açığını karşılamak için Almanya ile Türkiye arasında 30 Ekim 1961 yılında  imzalanan anlaşmanın sadece iki yılık olduğunu yazmıştım sizlere. Īkinci Dünya Savaşı'n dan sonra endüstrisini hızla geliştiren Almanya, 1950'li yılların ortalarından itibaren işgücü açığıyla karşılaştı. Bu açığı önce İtalya (1955), İspanya ve Yunanistan'dan getirdiği işçilerle karşılayan Almanya, 1961'den itibaren Türkiye ve sadece maden ocaklarında çalıştırılmak üzere Fas'tan (1963) işçi gücü almaya başlamış. İşçi alımı sonraki yıllarda da devam etmiş.Türk devletinin vatandaşlarını Almanya'ya gönderme konusundaki amacı, ülkedeki yoğun işsizliğin önünü kesmek, işçilerin gönderecekleri dövizleri değerlendirmek ve geri döndüklerinde edindikleri deneyim ve teknik bilgileri Türk sanayine kazandırmaktı.  İşgücü Anlaşması kapsamında çalışmak için Almanya’ya giden Türk işçiler başlangıçta birkaç sene Almanya’da kalıp, o süre içinde çalışıp biriktirdikleri parayla memleketlerinde iş kurmak veya ev, araba almak istiyorlardı. Yani, aslında Almanya’da uzun süre kalmak veya yerleşmek gibi bir düşünceleri yoktu. Diğer taraftan, Almanlar da Türk işçilerin ülkelerinde geçici olduklarını düşündüklerinden Türk işçileri “misafir” olarak görüyorlardı. Bu sebeple, Almanya ilk etapta göçün insani boyutuyla çok fazla ilgilenmedi. Türk işçilerin ve ailelerinin, Alman ekonomisine katkı sağlayıp geri dönecekleri düşünüldüğünden,göçmen işçilere yönelik ciddi bir uyum politikası uygulanmadı.İşçilerle ilgili yapılan sözleşme görüşmeleri sonunda belirlenen 30 Ekim 1961 tarihli Nota Teatisi (Verbal Nota) metnine göre işçi hareketinin göçe dönüşmesini engellemek ve Almanya'ya yerleşmenin önüne geçmek için işçi pasaportları en fazla üç yıl uzatılabilecek, çalışma ve oturma müsaadeleri ise iki yılla sınırlı tutulacaktır. Ayrıca diğer ülkelerle yapılan anlaşmalarda yer alan "yabancıların aile birleşimine imkân sağlanması" imkânı, Almanya'da kalıcı olmanın önünü kesmek ve göçe engel olmak amacıyla metinden çıkartılacaktır. Söz konusu anlaşma bu haliyle daha önce İtalya, İspanya ve Yunanistan ile yapılan anlaşmaya göre ikinci sınıf bir özellik taşımaktadır. Anlaşmadaki olumsuzluklar ve çocuk paraları ile ilgili haksız uygulamalar, ancak 1964 yılında giderilebilmiş.Ancak durum iki tarafın da düşündüğü gibi olmamış.  Bugün Almanya’da 3 nesildir yaşayan yaklaşık 3 milyon Türk bulunuyor. Tum Avrupa genelinde yani Hollanda,Belcika,Fransa,Avusturya vs. ülkeleride sayarsak sayı 5 milyonun üzerinde. Söz konusu Türklerin yaklaşık 2 milyonu Türk asıllı Avrupalı. Yıllarca aynı toplumda Almanlar”la yaşayan Türkler”den Alman devleti her türlü vergiyi aldığı halde onlara götürülen hizmetler baştan savma olmuş.Bulundukları ülkenin dilini bilmemek , yaşadıkları ülkenin kanunlarını bilmemek aslında onların şuçu değildi. Hedefleri daha öncede belittiğim gibi çalışıp para biriktirip bir an önce memleketlerine geri dönmekti.Göçmenlerin o günkü şartlarda “konuk işçi” olarak adlandırıldığı bir dönemde gettolar oluşturuldu."Misafir İşçi" olarak Almanya'ya gelen Türk vatandaşları, işverenlerin hazırlamış oldukları barakalar, çatı katları, eski atölyeler, bodrum katları depolar ve apartman şeklindeki yurtlar gibi derme-çatma yerlerde barınıyorlardı. Avrupa standartları ve konuyla ilgili talimatlara rağmen işçi barınaklarının kalitesi düşük, sağlık koşulları uygun değildi.O günden bugüne entegrasyon sürecini ve politikalarını engellediği tartışıldı ve yazıldı-çizildi. Ne var ki bu konuda pek de bir şey yapılmadı.Karmaşık ve tarihsel bir olgu: GETTOLAŞMA. Gettolaşma ile ilgili hayatı size daha sonra detaylı bir şekilde yazmak istiyorum, şimdilik kisaca deyinip 1960 – 1970 li yıllardaki yaşanan zorluklar ile devam edeyim;Türkler iş hayatında, eğitimde, sosyal hizmetlerden yararlanmada hep ayrımcılık gördüler. Yabancılar yasası, kalma izni, taşınma izni, çocuk parası yasası, gibi yasalar onların hayatını daha da güçleştirdi. Yabancılar polisi, problem çıkaran yabancıyı hemen kapı dışarı etti. Türk göçmenler Alman toplumunda ikinci sınıf insan olarak görüldüler. Ílk  bölümde 1960’lı yıllarda Almanya’ya göç eden ilk nesil Türklerin Almanca bilmediklerinden günlük hayatta ciddi sorunlar yaşadıklarını belirtmiştim ...1980-2018 yılları arasında  Almanya ve Avrupa”nın diğer ülkelerinde 2. ve 3. nesil Türklerin Türkçe dil sorunu yaşadıkları görülüyor. Sosyal, siyasal ve kültürel yapısını bilmediği bir ülkeye göç etmiş olan birinci neslin önemli toplumsal sorunlar yaşamış olmasına karşılık, 2. ve 3. nesil Avrupa’da eğitim aldı almaya devam ediyor ve Avrupa  toplumuyla daha yakın ilişkiler kurarak toplumsal yaşama daha iyi uyum sağladı.  Negatif duyguları inkâr etmek daha derin ve daha uzun ömürlü negatif duygulara ve duygusal bozukluğa neden olur. Sürekli pozitif olmak hayatın sorunları için geçerli bir çözüm değil, bir inkâr biçimidir. Yurtlarından, kültür ve değer dünyalarından kopan insanlarımız geldikleri ülkenin dil, din, tarih ve değerlerine yabancı oldukları için kendi hayatlarında tutarlı süreklilik sağlayacak ilişkiler oluşturamadılar. Eski toplumlarından kopma; büyük bunalımlar, suçluluk duyguları ortaya çıkardı. Bu da göçmen insanının yaşamının kuşku, korku, bunaltı, depresyonla geçmesine neden oldu. Almanların ve diyer Avrupa ülkelerinin  göçmenlere ön yargılı davranmaları ve dışlamaları göçmenlerin kendilerine olan güven duygularının hızla çözülmelerine ve kimlik krizlerine neden oldu. Avrupa’da çeşitli kliniklerde göçmen Türkleri muayene ve tedavi eden bir psikiyatrist: ‘’Göçmenlik yaşantısının genelde ruhsal örseleyici bir niteliği olduğunu ve bunun çeşitli ruhsal ve bedensel hastalıklara sebep olduğunu’’ belirtmektedir.’ Bu yazi dizisine başlamadan ōnce Avrupa”ya giden birinci generasyon gurbetcilerle çok kez konuşma, hikayelerini dinleme şansım oldu.... "Biz eşimize mektup yazamazdık. Anne babamıza yazar, herkes iyi mi diye sorardık. Onlar da herkes iyi, sana da çok selamı var diye yazardı."  buna benzer acı, hasret ve özlem barındıran hikayeleri sizinle paylaşmaya devam edeceğim..  Avrupada” da doğup büyümüş olan  ikinci  ve üçüncü kuşak  biz yazarlar, bir taraftan farklı, öteki bir kültürün içinde yaşamanın getirdiği zorluklar gibi birinci kuşağın konularını devam ettiriyoruz, diğer yandan ise ağırlıklı olarak iki kültür arasında kalmışlığın ve bu durumun yarattığı kendi kimliğini arayışını ve bu arayışın yarattığı kaygı, çelişki ve çatışmaları konu ediniyoruz.  Babam Almanya”da yaşarken, kış aylarında kendini çok kötü hissettiğinde anneme şöyle dermiş; “Bugün berbat bir günümdeyim hanım .Hava çok soğuk ayakkabım delik ama ne yapalım hayat böyle, ben sabah işe gitmeliyim eve para getirmeliyim , yorgunum, üşüyorum, çocuklarım için devam etmeliyim.” Annemde babama “Değmeyecek şeyleri ,yapılan ayrımcılıkları kafaya takma bak çok önemli bey, çok önemli. Bizleri kurtaracak olan şey bu , dünyanın bazen berbat olduğunu ama bunun da doğal olduğunu kabul ederek yaşamak zorundayız.Bir gün memleketimize döneceğiz ve çocuklarımıza mutlu bir hayat sunabilecegiz” …..