Osmanlı zamanında paşalardan birisi bir akrabasını Selatin Camilerinden birinin vakfına göndererek işe almalarını “rica” etmiş. Eh, paşa rica eder de geri çevrilir mi ama işin kötüsü hiç “münhal” vazife de yok. “Ne yapsak da bu elemana bir iş uydursak” diye düşünürlerken vakıf idarecilerinden birisinin aklına gelmiş ve “iyisi mi bunu camide ibrikleri doldurmakla görevli ibrikçilerin başı yapalım” demişler. Bizim ibrikçibaşı işbaşı yaptığı günden itibaren başlamış caminin tuvaletlerinin kapısında ibrikçilerin doldurduğu ibriklerin başına bir sandalye atıp beklemeye. Ne zaman birisi ibriğin birini alıp tuvalete yönelse arkasından bağırırmış: ”Efendi, nereye gidiyorsun? gel buraya!” diye. Vatandaş geri dönünce de : -“O ibriği bırak, yanındaki ibriği al!” diye emredermiş. ve genelde de aralarında şöyle diyaloglar cereyan edermiş : - “Efendi, ibrikler arasında bir fark var mı?” - “Yook, hepsi aynı” - “Eee, o halde bizi ne halt etmeye yoruyorsun a teres?” - “Ulan, bizi buraya boşuna mı ibrikçibaşı yaptılar?”
Eskiler bu hikâyeden kinaye, ona buna gereksiz yere emir vermeye kalkanlara ''İbrikçi Başılık'' yapma derlermiş. Küçük ve ezik insanlarda çok rastlanır bu duyguya. Ellerine fırsat geçti mi, önemlerini kanıtlamak için yapmadıkları kalmaz. Gücün etkisi sınırlıdır. Gün gelir biter, kimseler sizi dikkate almaz. İşte o zamanlar, yerli yersiz, zamanlı zamansız her şeye karışmamak lazım. Yoksa ibrikçi başı muamelesi görürsünüz.
Allah kimseleri güçten itibardan düşürmesin. Bu hikayeyi teşbihte hata olmaz kaydıyla paylaşıyorum. Siz nasıl isterseniz öyle değerlendiriniz. Etrafınıza baktığınızda siz de ibrikçi aşı olan kimseleri görüyor musunuz?
Cuma’nın selamı, rahmeti ve bereketi hepinizin üzerine olsun.