Varoluşsal bir çaba içinde savrulan karakterimiz, sarıp sarmalayan kaderin kıvrımlarında neden–sonuç ilişkisi kurmaktan yorulan bir ruhtur aslında. Zamanla kavga ede ede, zamanı kaybetmiş bir kuşağın omuzlarında taşır kendini. İnsanlarla verdiği mücadele kadar, kendisiyle giriştiği savaş da ağırdır; fakat çoğu zaman bu savaş, tiyatro perdesinin arkasında, sırasını bekleyen silik bir yan rolden öteye geçemez.
Kurduğumuz hayallerde başrolde parlasak bile, ışıklar sönünce geriye sadece hayal kalır. Alkış yoktur, perde yoktur; geriye kalan, sahnesiz bir gerçekliktir. Peki realite nedir? Tüketilmiş arkadaşlıklar mı, yarım kalmış aşklar mı, hızla eriyen zaman mı? Yoksa bizi hizaya sokan kurallar, üzerimize giydirilen toplumsal normlar ve adına ahlak dediğimiz kabuller mi?
Cevap, belki de içimizde bir yerde saklıdır; ama ona ulaşmak cesaret ister. Her geçen yıl, bu kez gerçekten hayattan ders aldığımıza inanırız. Bildiğimizi sanmak, bilmemekten daha güvenlidir çünkü. Kendimizi ikna eder, eksiklerimizi bilgelik sanırız. Oysa çoğu zaman öğrendiğimiz tek şey, nasıl kabulleneceğimizdir.
İç huzuru bulduğumuzu sandığımız yerde, herkesin gerçeğinin birbirinden farklı olduğunu fark ederiz. Kimimiz buna bilgelik der, kimimiz yorgunluk. Kabullenmişlik bazen dinginliktir, bazen de vazgeçişin en sessiz hâli.
Ve zaman, acımasız bir tanık gibi geçip giderken beden çürür, ruh ağırlaşır. Geriye tek bir cümle kalır, fısıltı hâlinde bile olsa söylenen:
“Ben bir hiçim… Zamanı henüz gelmemiş bir gübre.”
Belki de tam burada başlar anlam; çürümenin içinde dönüşmeyi bekleyen o sessiz ihtimalde.