Geçtiğimiz hafta bir haftalık ara tatilin ilk gününde eşimin memleketi olan Balıkesir Gönen’e doğru sabahın erken saatlerinde kahvaltı bile yapmadan yola koyulduk.
Akhisar’da yol üstünde, müptelası olduğumuz ev yemekleri yapan bir esnaf lokantasında yemek yiyebilmek için bir simiti bölüştük beş kişi.
Masaya gelen o kuru fasulyenin üzerinde tüten buharından bile lezzet fışkıran Nur Lokantası’nda karnımızı doyurup birkaç saat içinde pirinç diyarı Gönen’e ulaştık.
Büyüklerimizle hasret giderdikten sonra çocukları onlara emanet edip eşimle beraber İstanbul’un yolunu tuttuk.
Arabayla Mudanya’ya kadar gelip oraya park ettik. Bursa Deniz Otobüsü ile yaklaşık iki saat süren bir yolculuğun ardından Sirkeci limanına demir attık.
Martı çığlıklarıyla ilk adımımızı atıverdik Avrupa yakasına.
Bıraktığımız gibiydi şehir.
Kalabalıktı yine koca İstanbul…
*
İstanbul’da İstanbulKART’ın varsa özgür bir kuş gibisindir. Eğer arabayla geldiysen bu şehre, sırtında iki çuvalla dolaşıyor hissiyle geçer günlerin.
Vapurda, otobüste, tramvayda, metrobüste, marmaray da hatta belediyenin fuarlarında bile girişlerde dıııt ettirmen kafidir. Yeter ki İstanbulKART içinde bakiyen olsun.
İlk gün, Maltepe’de yılda en az iki dozun iyi geldiğini bildiğimiz, ilk dozunu Temmuz sonunda Kuşadası JADE sahnesinde aldığımız şan imparatoru Haktan’ın muhteşem sahnesiyle mest olduk.
Üsküdar’da çoktan sabah olmuştu ertesi gün. Kız kulesi bütün ihtişamıyla martıların sortilerine tanıklık ediyordu.
Kız kulesinin karşısında seyyar olarak çay satan ve üzerinde Che Guevara baskılı uzun kollu bir tişörtü olan Afganistanlı Yaman kardeşimden birer bardak çay içtik.
Yeni mi geldiniz ülkemize? dedim.
Dokuz yıl önce geldiğini söyledi.
Üzerindeki kişiyi tanıyor musun? dedim.
Tanımıyorum ama herkes sırtımın fotoğrafını çekip benden çay içiyor, ben de her gün yıkayıp bunu giyiyorum. Dedi.
(Yolunu bulmuş Yaman)
Vapurla Karaköy’e oradan tünelle Beyoğlu’na geçtik.
Önceden Beşiktaş maçlarına geldiğim zamanlarda tanıştığım Muş’lu Faysal kardeşimin işlettiği Taksim’de Palmiye Otel’de konakladık iki gün. Otel personeli Türkmenistanlı Murat kardeşim de her İstanbul seyahatimizde sağ olsun kahrımızı çekiyor.
Ahmet Ümit’in Beyoğlu Rapsodisi adlı eserinde sözü edilen Beyoğlu’nun arka sokaklarında kilometrelerce yürüdük.
Özellikle Avrupa yakasını ezberledik.
İstanbul üç gün nasıl sindire sindire yaşanacaksa yaşadık eşimle birlikte.
Üç günün ardından aşağıda biriktirdiğimiz anılarla Sirkeci’den aynı güzergahtan Mudanya’ya, oradan da evimize döndük.
*
Sen ne güzel, sen ne asil bir şehirsin be İstanbul.
Sivaslı taksici Kazım’ın ‘bıktım bu şehirden’ deyip, yirmi yedi yıldır direksiyon salladığı şehir.
Bin bir çeşit milletten gelip ellerdeki kameralarla her anın ölümsüzleştiği şehir.
Müzelere, saraylara, camilere girmek için metrelerce kuyrukta bekleyip içeri ancak girilebilen ve ‘iyi ki gelmişim’ denilen şehir.
Emekli Postacı Hasan Amca’nın Karaköy’de köprü üstünden yakaladığı istavritleri martılara kaptırmamak için, oltasını hızlı hızlı doladığı şehir.
Sıcacık çayın sıcaklığıyla, içinin ısındığı şehir
Üsküdar’dan gemi ile Eyüp’e kadar boğaz yolculuğu yapılan şehir.
Mısır çarşısındaki baharat kokusunun tazecik lokuma karıştığı şehir,
Ah İstanbul ah, her şeye rağmen, her şeyinle çok güzelsin be İstanbul,
*
Her çağda çok güzeldin,
Hala çok güzelsin.
Anlatmakla bitmez güzelliklerin
Şarkılarda bir başka güzelsin
Şiirlerde bir başka,
Gönüllerde bir başka!
Baharın da güzel, hazanın da
Yazın bir başka güzel, kışın bir başka.
Alışkanlıksın
Bir tutkusun
Bazen aşksın
Bazen nefret
Ama terk edilemiyorsun!
Her geçen gün ağırlaşıyor yükün
Çoğalıyor üzerine ayak basanlar.
Daha kaç asır daha eskir böyle?
Bilmem ne kadar daha güzel kalacaksın böyle?
Söyle İstanbul söyle.
Dayanacak daha gücün var mı bu kadar ezilmeye?
Söyle İSTANBUL
Söyle….
Sağlıcakla.