Batı medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu ve sansüre, anarşik edebiyata şiddetle çattı.(Bu Ülke,s:84-86)
Koltuğunun altında kitapları, etrafında başvurduğu, kaynaştığı, konuşturduğu veya konuşmak için vesile yaptığı insanlığın en büyük simaları ile, biraz "farklı", biraz "papyon kravatlı", biraz "kasıntı" bir insan var karşımızda; objektife gülümseyen, ebediyete gülümseyen, gülümseyen ya da somurtan. Entelektüel bir otobiyografi; daha çok düşünceleriyle, biraz acılarıyla, biraz heyecanlarıyla, özgün ve aykırı bir düşünce adamıdır, Cemil Meriç.
Bin bir güçlük ve sıkıntıyla kurulan bir kütüphane, Sahaflar Çarşısı'ndan, kendi sırtında, öğrencilerinin sırtında taşınan ucuz, ama paha biçilmez çuval çuval kitap, hemen hepsi Fransızca. Okuduklarıyla zenginleşen, zenginleştikçe yücelen kanatlanan bir Don Kişot. Patlama noktasına yaklaşırken, en verimli olabileceği bir yaşta, gözlerini yitirmesi..
1954 İlkbahar aylarında gözlerini kaybeder; 38 yaşındadır. Önce Cerrahpaşa Hastanesi'nde, sonra Paris Kenzven Hastanesi'nde başarısızlıkla sonuçlanan ameliyatlar, bu hayat dolu, enerji dolu, bilgi dolu, bu atılgan, bu kabına sığmayan insanı birden cinnetin ya da intiharın eşiğine sürükleyiverir. Düşünce adamı boşluktadır, üstelik acılarını dev aynasında büyüten "rezil" bir hassasiyeti de vardır.Ama, yine yılmadı; toparlandı; olağan üstü çalışma ve üretme temposu kaldığı yerden devam etti. Talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü (33 yıl âmâ yaşadı .33 bin kitabı hatmetti.)
Hayatının uzun süren çıraklık dönemi boyunca yani elli yaş civarına kadar, düşünce Batı düşüncesidir onun için, Batı düşüncesi ya da Batı'nın bakış açısından dünya düşüncesi… 1960'larda yeni bir dünya keşfeder: Hint. Ve Hint'le beraber bütün Asya. Batılının gözüyle de olsa gerçek değeriyle ortaya çıkan bir Doğu alemi. Bu keşfi bir kitapla ebedileştirir: "Hint Edebiyatı". Gözlerini kaybeden düşünce adamı, artık yeniden yaratabiliyordur. Daldan dala atlayan, kıtadan kıtaya, çağdan çağa sıçrayan bir tecessüs. Fransız Saint-Simon'u ve devamcılarını Türk okuyucusuna tanıtırken de çağdaş düşüncenin kaynağına, sosyalizmin temeline inmektedir.
Yalnızdır, kitapların dünyasına sığınır. Tedirgindir, ne ateizm, ne sosyalizm, ne Türkçülük arayış içindeki bu zekayı tatmin etmekte, rahatlatmaktadır. Küstahtır, bulduğuna inandığı çözümlerle mağrur, etrafındakileri küçümsemektedir
Boşluk, bunalım, düşünce adamının boğuluşu. Yine de aramaya, düşünmeye devam, günbegün, sabırla titizlikle. Beliren bir dünya edebiyatı tarihi yazma projesinin ilk merhalesi olarak Hint edebiyatına..(Bir Dünya’nın Eşiğinde,s.24-25)
“Hint, benim için Asya'nın keşfi oldu. Avrupa'dan görünen Asya, Avrupalının gözü ile Asya. Ama nihayet Asya. Bu yeni dünyada da kılavuzlarım Avrupalıydı demek istiyorum. İlk hocam: Romain Rolland. Ama büyü bozulmuştu. Anlamıştım ki tarihte başka Avrupa'lar da var. Çağdaş düşünceyi kaynağında yakalamak için on dokuzuncu asır Avrupasına döndüm. Bu yolculuğun ilk meyveleri: Saint-Simon'la Proudhon. Hint'e kadar dünyam birkaç düzine benden ibaretti. Birkaç düzine yankı. Coğrafyamda tek kıta vardı, kafamda tek yarımküre. İrfanıma katılan yeni bir dünya idi Hint. Ama sonunda Hint de bir kaçış, bir arayıştı.” (Jurnal)
Fikir dünyasında çalkantılar yaşayan; ama, mücadeleci bir Cemil Meriç: Entelektüel olma yolundaki çabaların sancıları belki de..
60'Iara kadar tecessüslerimin yöneldiği kutup: Avrupa. Coğrafyamda Asya yok. Yalnız dilimle Türk'üm. İstanbul'da çıkan ilk yazım Heine. Şairi çok mu seviyordum? Yoo.. Tanımıyordum ki. Fransız solu, Hitler Almanyası'nın adını anmadığı Yahudi yazarı göklere çıkarıyordu. Heine ne kadar alakadar ederdi bizi? Silezyalı dokumacılardan bize neydi? Sonra Balzac.. Türk irfanı 30'lara kadar İnsanlığın Komedyası'ndan habersiz yaşamış. Hangi insanlığın? (…) Dilini öğrenerek içinde eridiğim Fransız kültürünü Türkiye'ye taşımak istiyordum. Babıali boyuna tercüme istiyordu. Ama çevrilmesi teklif edilen kitaplar hiçbir sanat, hiçbir düşünce değeri taşımıyordu. O dönemlerde şöhret ve haysiyet bir başkası olmaktan ibaretti. Hem de kendimizden çok daha sığ, çok daha tatsız bir başkası. Arz-i mevudun altın meyveleri alıcısız kalıyordu. (jurnal)
“Yirmi dört yıl(1939) önce mahkemede Marksist olduğumu haykırmıştım. Ümitsizlikten doğan bir isyandı bu, bir nevi meydan okuyuş, yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı. Yılları zilletler içinde geçen, kah Türk, kah şehirli olduğu için horlanan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir camiaya bağlanmak istiyordu. Sınıfı yoktu. Dünyada başka milletler olduğunu dahi bilmiyordu. Ama kucağında yaşadığı topluma yabancıydı. O, şehirden gelmişti. Konuşması da, giyinmesi de farklıydı. Yalnız yaşadı, bir cüzamlı gibi. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı. Sonra lise yılları… yine yalnız, yine yabancı. Açlık; midenin, etin ve ruhun açlığı. Hayalindeki dünyalar birer birer yıkıldı. Önce, öbür dünya. Bu haksızlıklar gayyası şuurlu bir Tanrı'nın eseri olamazdı. İmandan şüpheye, şüpheden inkara, inkardan maddeciliğe geçiş: Büchner, Ebul ala, Hayyam. Ama şuurundaki bu devrim onu çevresinden bir kat daha koparıyordu. Küstah, tedirgin ve yalnız. Sonra yeni bir arayış, yeni bir bütünleşme ümidi: Türkçülük. Yutar gibi okuduğu kitaplar: Yusuf Akçora, Türk Yurdu Koleksiyonları, Türk Yıllığı, Rıza Nur'un Tarih'i. Mektep idaresi ile anlaşmazlık. Mübaşirden yediği tokat. Bu defa şehirli olduğu için değil, Türk olduğu için, sömürgeciliğe karşı olduğu için hırpalanış. Tarık Mümtaz'in gazetesinde "Fırsat Yoksulu" takma adıyla şiirler. Beyrut'ta çıkan Yıldız ve Türk düşmanlarına savaş ilanı. Binbir ümitle koşulan İstanbul. Gerçeğin soğuk çehresi. Ve kabusa dönen şovenizm rüyası. Nazım'la tanışma, Kerim Sadi. Sefalet. Ve kahkari bir hezimete benzeyen dönüş. İskenderun sancağı. Ve alışılmamış bir hürriyet havası. Putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur: sosyalizm.”(Jurnal)