Ey kardeşim! Sen fikir ve düşünceden ibaretsin. Geriye kalan et ve kemiktir. Onlar hayvanda da vardır. Gül düşünür gülistan olursun, diken düşünür dikenlik olursun.
Mevlana Celalettini Rumi’nin dediği gibi ise insan, kaçımız insanız? Yada kaçımız insan olduğumuzun farkındayız? Tabi düşünmekten bahsederken dikkat etmekte gerekiyor, malum düşünce suçu diye bişey var. Bu suçlamanın baskısı altında düşünebilmek yani insan olabilmek, insan kalabilmek ne kadar mümkün? Burada hep bir paradoks var gibi gelir bana. Zira düşünceye engel olmak kişinin kendi elinde bile değilken, ne engelleyebilir insan kalabilmeyi. Engel olamadığı şeyden suçlu sayılmak ne kadar insancıl.
Mevlana, malum düşünce adamı. Öyle ki sekizyüz sene önce düşündükleri bugün bile bize ışık tutmakta. O’nun ibret dolu sözlerini her okuyuşumuzda kendi hayatımızdan bireyler buluyoruz. Sekizyüz sene sonra hiç tanımadığımız bir adamın tecrübeleri bugün bizleri aydınlatıyorsa, demekki zaman değişsede insan olmanın özü değişmemiş. Zaman sadece insanların yaşam şekillerini değiştiriyor. Duygular hala aynı kalıyor inkar etsekte. Bizim zamanımızın en büyük handikabı gelişen teknoloji ile birlikte yaşam hızımızında artmış olması. Yaşantımız hız kazanırken dünya hala kendi etrafında yirmi dört saatte dönüyor. Dünya hızı arttırmayıp yaşam şekli hızlandığı için bize yeteri kadar düşünecek zaman kalmıyordur belki. Bu bizim şanssızlığımız mı yoksa bin sene önce yaşayanların şansı mı bilemiyorum. Bunu kırmanın ve düşüncelerimize değer vermenin mutlak şart olduğuna inanıyorum. Ama bunu yapabilmek için atmamız gereken en önemli adım bizim yerimize düşünüp karar verenleri devreden çıkarmak. Gelişen teknoloji ile birlikte hayatımızın en ücra noktalarına kadara nüfus edebilen bir üst akıl olduğu muhakkak. Bu üst akıl bizim yerimize düşünüp bizim yerimize karar verip hayatlarımızı şekillendiriyor. Hem de bunu yaparken hayatımda müdehale edildiğini farketmiyor, kendi kararlarımızı uyguladığımızı zannediyoruz. İstedikleri şeye bizi inandırıp o inancın en ateşli savunucuları haline getiriyorlar bizi. Bu olguyu farkedip bu döngüyü kırmadan düşündüklerimiz bizim düşüncelerimiz değil. Özgürlükler kavramına sıkı sıkı bağlıyız ama bu bağlılığı bile kullanıp bizi birbirimize kırdırabiliyor bu üst akıl. Böyle bir halde nasıl yaşadığımız hayat bizim olabilir. Biz bizim sandıklarımızın nakliyecisi gibiyiz aslında. Taşıdığımız yük o yüzden ağır geliyor bize. Ama farkında değiliz. Bizim için olmayan ihtiyaçlar yaratıp, o ihtiyacı elde edebilmek için çabalayıp duruyoruz. Ve kazanan hep aynı üst akıl olmuyor mu işin sonunda. Bunu açık ve net görürken bizim hayatımızı çaldıkları için kızacağımıza, aslında olmayan ihtiyacımızı karşıladılar diye minnet duymuyor muyuz onlara? Sekiz milyara yaklaşan dünya nüfusu üzerinde istedikleri gibi oynuyorlar. Son zamanlarda tüm dünyayı kasıp kavuran “SQUID GAME” isimli kore dizisi var. O diziyi seyredenler neden bahsettiğimi daha iyi anlayacak. Hatta yazdıklarımı okurken ilk akıllarına bu dizi gelecek. Bizi sıkıntıya düşürüp, o sıkıntıları gidermek adına bize fırsatlar sunup, o fırsatlar için onların kurduğu oyunda birbirimizi yiyip duruyoruz. Her şeyi farkettiğimizde ise iş işten geçmiş oluyor çoktan. Bir kere düşünce o kuyuya artık çıkmayı istemiyorsunuz. Ve yavaş yavaş sizi siz yapan tüm değerlere ihanet edip o oyunun kirli bir parçası oluyorsunuz. Oyunu bozmanın tek yolu var, hep birlikte oyunu bitirmeyi kabul etmek. Birlikte düşünüp birlikte fikir yürütemezsek, hepimiz o kuyuda kalacağız.