"İnsan ihtiyar olmaya karar verdiği gün ihtiyardır."
Yalnız başınıza hiç bir iş yapamadığınızı fark ettiğiniz zaman mı yoksa İngmar Bergma'nın dediği gibi bir dağa tırmanmaya benzeyen, çıktıkça yorgunluğunuzun arttığı, nefesinizin daraldığı ama görüş açınızın genişlediği hadise mi yaşlanmak. Tadını çıkartabilirseniz çok güzeli bir durum... yaşlanıyorsunuz ve çocuklarınız oluyor, daha da yaşlanıyorsunuz ve torunlarınız oluyor. Sonra bir bakıyorsunuz gerçekten yaslanmışsınız, torunlarınız size nine, dede diyor; onlara annelerinden, babalarından gizli dondurma alıyorsunuz. Biraz da deli doluysanız eğer acayip eğlenceli bir şey yaşlanmak. Ben hep yaşandığımda süper dede olacağımı düşünüyorum; o yüzden hiç üzülmüyorum.
Güzelliği görme yeteneğini kaybetmeyen asla yaşlanmaz.
Goethe, en büyük eseri Faust’u ölümünden bir yıl önce, yani 82 yaşında bitirmişti. Pasteur kuduz aşısını bulduğunda 60 yaşındaydı. Charlie Chaplin, 76 yaşında film yönetmenliği yaparak hala işinin başındaydı. Mimar Sinan, Süleymaniye Cami'sini bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti. Selimiye Cami'sini tamamladığında ise 86 olmuştu. Galileo, ayın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı. Kristof Kolomb Amerika’yı keşfe çıktığı ilk yolculuğunda 50 yaşını çoktan aşmış durumdaydı. Nobel ödüllü Alman doktor Albert Schweitzer 88 yaşına rağmen Afrika hastanelerinde durmaksızın çalışarak ameliyat yapıyordu.
Ressam Titian 99 yaşında hayata gözlerini yumdu. “Lepanto Savaşı” adlı ünlü tablosunu ölümünden bir yıl önce tamamladı.
Gençlik hayatın belli bir çağı ile ilgili değildir. İnsan, kendine olan güveni derecesinde genç, şüphesi derecesinde yaşlıdır.
Cesareti derecesinde genç, korkuları derecesinde yaşlıdır.
Ümitleri derecesinde genç, ümitsizliği derecesinde yaşlıdır.
Hiç kimse fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz. İnsanları ihtiyarlatan, ideallerinin gömülmesidir. Seneler cildi buruşturabilir. Fakat heyecanların teslim edilmesi ruhu buruşturur. İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar. “Beynimiz yeni tecrübeler keşfettiği sürece insan genç sayılır. Anthony Burgess beyninde tümör olduğunu ve bunun kendisini bir yıl içinde öldüreceğini öğrendiği sırada kırk yaşındaydı. O sıralarda beş parası yoktu ve kısa süre içinde dul kalacak olan eşi Lynne’e miras bırakabileceği hiçbir şeyi bulunmuyordu. Burgess geçmişte hiç profesyonel bir roman yazarı olmamıştı; ama içinde yazar olma yeteneği bulunduğunun her zaman farkındaydı. Böylece, salt eşine hiç değilse telif haklarını bırakabilmek için, yazı makinesine bir kâğıt taktı ve ilk romanını yazmaya başladı. Yazdığının basılabileceği bile kesin değildi; ama aklına yapacak başka bir şey de gelmiyordu. “1960 Ocağı sabahıydı. Doktorum tarafından konulan tanıya göre, önümde yaşayabileceğim bir kış, bir ilkbahar ve bir yaz vardı. O yıl, yapraklar dökülmeye başladığında ben de ölmüş olacaktım.” Diye ilk cümlelerine başladı…O hızla ve telaşla, Burgess yıl bitmeden beş buçuk roman yazmayı başarmıştı. Bunca yapıtı E. M. Forster neredeyse bütün bir yaşam boyunca ancak yazabilmiş; Amerika’nın en büyük yazarlarından J. D. Salinger ise, yine tüm ömründe, ancak bunun yarısını yazmayı başarabilmişti.
Ne var ki, Burgess ölmedi. Kanseri önce geriledi; sonra da tümüyle ortadan kalktı. Uzun ve dolu dolu yazarlık yaşamında içlerinde en ünlüsü Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) olmak üzere yetmişten fazla yapıt üretti. Kanserin ona vermiş olduğu ölüm cezası olmasaydı, bu romanların birini bile yazamayabilirdi.
Çoğumuz Anthony Burgess gibiyizdir; içimizde ortaya çıkmak için bir dış etkenin yaratacağı acil durumu bekleyen bir büyük yetenek saklarız. İşte size kendi kendinizi motive etme konusunda yararlı bir alıştırma yapma fırsatı. “Kendinize, Anthony Burgess’in yerinde olup kanserden bir yıl içinde öleceğinizi öğrenseydiniz ne yapacak olduğunuzu sormaktır…”
Anthony Burgess 1993 yılında 76 yaşında hayatını kaybetti..
Kağıtla kalın, kalemle kalın, insanlığınızla kalın...