Ülkemiz, toprak ve su kaynakları açısından yeterince zengin değildir. Bunun yanında ülkemizdeki arazilerin yüzde 25’i tehlike altında olup, korunması gerekir. Her türlü tarıma elverişli arazilerin miktarı ise sadece yüzde 6,5’dur.
Dünyada ve Türkiye’de modern tarıma geçilmesi ve sanayileşmenin hızlanması ile birlikte, toprak kirliliği ortaya çıkmaya başlamıştır. Kıtlığın ve açlığın dünyayı tehdit ettiği yüzyılımızda en önemli stratejik kaynaklar, toprak ve su kaynaklarıdır. Ancak ne yazık ki tarımsal kirleticiler, sanayi atıkları ve evsel atıkların yanı sıra su kullanımındaki plansızlık ve aşırılık, mevcut olanı korumaya ve ekosistemin sürdürülebilirliğine dönük çözümleri zorlaştırıyor. Su kaynakları son yıllarda bütün dünyada sürekli olarak artan bir öneme sahip olmaktadır. Türkiye’nin de yer aldığı Ortadoğu bölgesinde bu önem daha da artmaktadır. Söz konusu bölgenin yarı kurak bir iklime sahip olması, bölge ülkelerinin hızla artan nüfusu, teknolojik gelişme ve yaşam standardının yükselmesi suya olan ihtiyacı arttırmaktadır. Ülkemiz su zengini bir ülke değildir. Fakat buna rağmen ülkemizdeki su potansiyelinin kullanımı, ekonomik olarak tüketilebilir su potansiyelinin yüzde 40’ı oranına ulaşmıştır. Bunun anlamı bizler Türkiye’de su kaynaklarını, su kaynaklarının kendini yenileme özelliğinden daha fazla tüketiyoruz. Günümüzde önceki yıllara göre daha belirgin olarak iklimler değişiyor, depremler, sel felaketleri, kuraklıklar gibi felaketler birbirini izliyor. Dünya ekolojik felaketler ve iklim dengesizlikleri ile sarsılıyor. Bu felaketler, dünyanın doğal eko-sistem dengesine uymadığımız, bu uyumu sağlayan doğal kaynakların (toprak ve su) aşırı kullanılması, kirletilmesi ve denge bozulması nedeniyle meydana geliyor. Kirliliğin durumu ekolojik sistemin bozulması, hava, su ve toprak kirlilikleri ile doğrudan bağlantılıdır. Temiz su kaynaklarının tükenmesi 21. yüzyılın en önemli sorunlarından birisi haline gelmiştir. Toprak kaybı yetersiz beslenme sorununu gündeme getirirken, toprak kirlenmesi beslediğimizi sandığımız insanların yavaş yavaş zehirlenmesine yol açıyor ve toplum sağlığını ciddi bir biçimde tehdit ediyor.
Büyük Menderes Havzası Türkiye yüzölçümünün yüzde 3,2’si oluşturmasına rağmen, Türkiye tarımsal üretiminin yüzde 15’ni karşılamaktadır. Büyük Menderes Havzası Ege’nin ve Türkiye’nin en gözde ve verimli havzası olmasına rağmen, bugün birinci sınıf tarım arazilerinin üstüne, dumanları havayı, atık suları nehirleri zehirleyen fabrikaların ve jeotermal santrallerin (JES) kurulması, tarım alanlarının otoyol ve otoban amaçlı kullanıma açılması sonucu, Büyük Menderes Nehrin’de artık temiz su değil, kirli su akıyor ve bu nehirden sulanan tarım alanları kirleniyor, insanlar besinlerin tüketimine bağlı olarak zehirleniyor, havza hızlı bir şekilde ölüm ve kanser havzası haline geliyor. Tarımsal üretimin sürdürülebilirliği toprak ve su kaynaklarının kirlenmemesine bağlıdır. Toprak ve su kirliliği, hangi tarımsal politika uygulanırsa uygulansın tarımsal üretimin gerilemesine neden olacaktır. Toprak ve su kaynaklarının kirliliği bu şekilde devam ederse üretememe sorunu ile karşı karşıya kalınacak, besin güvenliğimiz tehdit altına girecektir. Büyük Menderes Havzasında kentsel ve endüstriyel atıklar ve atıksuları, jeotermal akışkanlar, egzoz gazları, tarımsal ilaçlar ve kimyasal gübreler, zeytin karasuları, maden atık ve atıksuları toprak ve su kirliliğine sebep olan en önemli etkenlerdir. Yerleşim alanlarından çıkan çöplerin boşaltıldığı alanlar ile kanalizasyon şebekelerinin arıtılmaksızın doğrudan toprağa verildiği alanlarda toprak ve su kirliliği meydana gelmektedir. Havzada diğer önemli husus, havzada yer alan yerleşim yerlerinde var olan nüfus başı kanalizasyon sistem ve hizmetlerinin Türkiye ortalamasından daha az olmasıdır. Egzoz gazları, fabrika gazları, JES’lerin yoğuşmayan gazları gibi zehirli maddeler havaya yayılmakta ve solunum yolu ile büyük bir kısmı canlılar tarafından alınmaktadır. Geriye kalanı ise, rüzgârlar ile uzak mesafelere taşınmakta ve yağışlarla asit yağmurları şeklinde yere inerek, toprak ve suları kirletmektedir. Toprak kirliliğine sebep olan diğer bir faktör de tarımsal mücadele ilaçları ve suni gübrelerdir. Tarımsal mücadele ilaçlarının ve suni gübrelerin bilinçsiz ve aşırı kullanımı sonucu, toksik maddelerin toprakta birikimi artmakta ve doğal ortamın kirlenmesine sebep olmaktadır. Endüstri tesislerinden çıkan ve arıtılmaksızın havaya, suya ve toprağa verilen atıklar da en önemli kirletici etmenler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Su havzalarının mutlaka korunması gerekir. İnsanların olmadığında yaşamayacağı iki temel madde hava ve sudur. Yerüstü ve yeraltı su kirliliğinin giderek arttığı süreçte kısıtlı miktardaki temiz su kaynaklarının verimli bir şekilde kullanılması ve korunması oldukça önemli olmaktadır. Sularda meydana gelen kirlenmeler, yeraltı suyuna ya da yüzeysel suya karışan hastalık yapıcı etmenler, zehirleyici etmenler ya da suyu bulanıklaştırıcı ve kalitesini bozan etmenlerle oluşmaktadır. Suyun kirlenmesini önlemek için kirlilik kaynaklarının belirlenmesi ve kirliliğin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Yasal mevzuatlara göre su kirliliğini önlemek için koruma alanları oluşturulması gerekir. Koruma alanları belirlenirken, amaç kirlilik kaynaklarının gerek yüzeysel sulara ve gerekse yeraltı sularına olabildiğince uzakta tutulmasıdır. Fakat Büyük Menderes Havzasında su varlıklarını korumak, kirlenmesini önlemek amaçlı var olan hiç bir yasaya uyulmamakta, Büyük Menderes Nehrine 15 metre kadar yakın mesafeye jeotermal santral ve endüstriyel tesisler kurulmakta ve hali hazırda çalışmaktadır. Oysaki Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliğine göre Büyük Menderes Nehri bitişinde yer alan 0-300 metrelik mesafe Mutlak Koruma Alanı olup, bu alana hiçbir şeyin yapılması mümkün değildir. Su kaynaklarının korunması cezai metodlarda değil, sürdürülebilir havza yönetim planları yapılması ve uygulanması ile gerçekleşir. Alıcı ortam olarak toprak kirlenmesinin önlenmesi, kirliliğin giderilmesini amaçlayan Toprak Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Fakat söz konusu Yönetmeliğin kapsamı, toprak kirliliğine neden olan faaliyetler ile tehlikeli maddeler ve atıkların toprağa deşarjına, atılmasına, sızmasına yönelik teknik, idari ve cezai yaptırımlar açısından yetersizdir.
Türkiye’de, mevcut durum analizi yapılması, gelecek öngörüsü olan somut strateji ve politikaların belirlenmesi, her kesimin katılımına açık şekilde kamu tarafından ciddî önlemlerin alınması, yetersiz ve karmaşık olan hukuksal ve kurumsal yapının düzeltilmesi, uygulama araçlarının ortaya konulması, gerekli insan gücü plânlamasının yapılması ile malî kaynakların zamanında ve yeterli bir şekilde karşılanması gerekmektedir.
Bunun yanında ülkemizde toprak kaynaklarını korumayı ve geliştirmeyi, plânlı toprak kullanımını öngören bir “tarımsal arazi stratejisi” ne ihtiyaç vardır.
Bugünkü yasalarla yapılan rehabilitasyon çalışmalarında kurumlar, havzada kendi yasal çalışma konularında, birbirlerinden ayrı ve halktan uzak bir şekilde çeşitli çalışmalar yapmaktadırlar. Bu durumda kaynak yönetimi havza bazında ve bütünlük arzeder şekilde yapılmamaktadır. Köylünün katılımı sağlanmadığı içinde yatırımlarda kaynak israfı ortaya çıkmakta ve sürdürülebilir bir havza yönetimine geçilememektedir. Havza yönetiminde katılımcılık mutlaka sağlanmalıdır. O nedenle acilen sürdürülebilir havza yönetimine geçmeye ortam hazırlayan, bağlayıcılığı olan, koordinasyon, katılım, maliyetlerin paylaşımı... vb. konuları düzenleyen, kişi ve kuruluşların görev ve sorumluluklarını, kurulların bileşimini, çalışma usullerini kurala bağlayan ve havza yönetim yapılarını çeşitlendiren bir yasaya, yasaları uygulayacak idare ve iradeye ihtiyaç bulunmaktadır.