İnsanların yaşamaları için gerekli olan suya erişmek her zaman için ölüm kalım meselesi olmuştur. Tarih boyunca insanların yerleşim yeri oluşturmasının belirleyicisi de su olmuştur. Su tüm dinlerde, her kültürde doğumu, saflığı, arınmayı ve yaşamı birleştiren simge olmuştur. Su ve insan arası ilişki sanayi devrimi ile birlikte değişmeye başladı. Sanayi devrimi ile birlikte, su aşırı kullanılmaya ve kirletilmeye başlandı. Küresel iklim değişikliği ile birlikte suya erişim önünde fiziksel engeller arttı. 2000 yılı itibarı ile dünyanın akarsularının yüzde 60’ı barajlar ile kelepçelenip akmaz oldu, 80 milyona yakın insan göç etmek zorunda kaldı. Bugün dünyada 2,1 milyar insan temiz suya erişemezken, her gün 800 çocuk kirli su kullanımına bağlı hastalıklardan kaybediliyor.
Dünyada su krizi büyüyüp küresel gündemde yer almaya başladıkça neoliberal dünya düzeni su krizine çeşitli reçeteler önermeye başladı. Bunlar su varlıklarının koruması için piyasa mekanizmasının kurulmasıdır. Bu ise küresel ölçekte bir su pazarı yaratılarak en temel yaşam hakkı olan suyu bir ticari meta haline gelmesine sebep oldu. Su ambalaja girdi ve sudan milyarlarca dolar kazanç elde edilmeye başlandı. Şirketler tatlı kazançlar sonucu dünyanın her ülkesinde su varlıklarının kullanım haklarını hükümetlerle yaptıkları anlaşmalar sonucu gasp ediyor, tatlı su varlıklarının tükenmesine ve kirlenmesine, doğada plastik birikimine ve suları ellerinden alınan kırsal kesimlerin zorunlu göçlerine neden oluyor.
Devletlerin kalkınma yarışı suyu kontrol altına alma çalışmalarıyla paralel gitmektedir. Devletler suyu tahakküm altına almak için barajlar, su kanalları, HES’ler ve havzalar arası su transferi projeleri hayata geçirmekteler.
Bu durum suyun devletin kendini sosyal ve ideolojik meşrulaştırılmasında stratejik bir rol oynadığı gelişmekte olan ülkelerde daha net gözlenmekte.
Dünyada su adaletsizliği büyüdükçe, kirlenme, temiz su kaynakların azalması, buna bağlı hastalıkların, göçler ve çarpık kentleşme vb. sosyal ve ekolojik sorunları yaratıp muhalif hareketlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Artık dünyanın dört bir yanında insanlar suyun kamusal bir müşterek olduğunu ve bu hizmetlerin kamu hizmetleri içinde demokratik katılımcı yöntemlerle verilmesi gerektiğini haykırıyor. Su hakkının demokrasi ve sürdürülebilirlik kavramları gibi egemen güçlerin kontrolünde eğilip bükülmemesi için bu önemli insanlık kazanımına halklarının ve emek örgütlerinin sahip çıkması gerekir.
Birleşmiş Milletler (BM) 2010 yılında aldığı karara göre “Su ve hıfzısıhha hakkı bir insan hakkıdır, diğer bütün insan hakları ile eşittir, yasal olarak uygulanabilir ve ihlal edildiği takdirde yargı yolu açılabilir.” Türkiye bu kararı kabul etmiştir.
BM kararı devletlere; kişilerin suya ve hıfzısıhhaya erişim hakkına saygı gösterme, koruma ve yerine getirme yükümlüğü getirmektedir.
Türkiye’de kişilerin suya ve hıfzısıhhaya erişim hak ihlallerine karşı bugüne kadar su hakkı, kendine herhangi bir hukuksal metinde yer bulabilmiş değildir.
Türkiye’de içinde su kelimesinin geçtiği onlarca hukuki metin olmasına rağmen su hakkının yada bu hakka denk gelecek bir ifade yoktur. Doğayı ve suyu bir ekonomik meta olarak gören mevcut kanunlar, politikalar ve uygulamalar, sosyal-ekolojik yıkımlara yol açıyor, suya erişimde var olan adaletsizliği artırıyor, yaşam hakkına tehdit oluşturmaya ve su haklarını korumak yerine her alanda tüketimini, kullanımını teşvik ediyor. Bu kanunlara göre Türkiye’de suyu hem kırsalda hem kentte gerek kamu eliyle gerekse özel şirketlerce gasp etmeyi yasalaştıran, insanların su hakkını engelleyen yada kısıtlayan kanunlar ve düzenlemeler işliyor.
Türkiye’de uluslararası bir su hegemonyası kurma atılımlarının dışında kentlerde de su hakkı ihlalleri devam ediyor. Ülkede kentlerin çoğunda şebeke suyu içilecek ve lezzette değil. Vatandaşların içme suyu ihtiyacını büyük oranda ambalajlı su şirketleri karşılıyor ve şirketler bundan gittikçe daha çok para kazanıyor. Temiz, güvenilir olduğu düşünülerek şebeke suyundan yaklaşık 500 kat fazla para ödenip alınan ambalajlı sular, söylendiğinin aksine ne temiz nede güvenilir. Bugün ambalajlı su herkesin yeterli ve kalitede suya erişim hakkının önünde ekonomik bir engeldir. Türkiye’de 1990’lardan beri uygulanan bu neoliberal politikalar ile kamusal çıkarın ön planda tutulduğu, toplumsal faydanın ve fırsat eşitliğinin gözetildiği tüm hizmet alanları özel yada kamu şirketlerine devredildi. Oysaki sosyal devletin görevi, su alt yapısına yatırım yapmak, çeşme sularının güvenilir ve içilebilir hale getirmektir. Herkese yeter miktar ve kalitede içilebilir suyu ücretsiz sağlamaktır.
BM Çevre Koruma Ajansının belirlediği standartlara göre eğer bir ailenin yada bireyin bütçesinin yüzde 2’i yada daha fazlası su için harcanıyor ise o su çok pahalı kategorisinde değerlendiriliyor. Oysaki Türkiye’de büyükşehirlerde dört kişilik bir ailenin su masrafları aylık kazancının yüzde 14-17’ni oluşturuyor.
Türkiye’de su hakkının yasal güvence altına alınması şarttır. Su ile ilgili alınan kararların toplumun tüm kesimlerini kapsayacak biçimde katılımcılık ilkesi ile alınması sağlanmalı ve kararların; doğanın, tüm canlıların ve gelecek kuşakların su hakkını koruyacak nitelikte bütüncül bir değerlendirme ile alınması şart.