Deprem, tsunami, heyelan, sıcak ve soğuk hava dalgaları, çökme, çölleşme vb. “doğal süreçler” sonucu ortaya çıkan gelişmeler ile sanayileşme, kentleşme, tarımda bilinçsiz uygulamalar, enerji santrallerinin yapımı vb. nedenlerle tarımsal alanların kirlenmesi ve tarım yapabilecek şartların ortadan kalkması vb. “insandan kaynaklanan” nedenler yoksullaşmanın çevresel nedenleridir.
Her iki nedenden kaynaklanan olaylar ortaya çıktıkları bölgelerde yaşamı zorlaştırmaktadır.
Çevresel nedenler dünyada 1 milyardan fazla insanın mutlak yoksulluk sınırında yaşamasına, 3 milyardan fazla insanın yeterli mal ve hizmetlerden yoksun kalmasına, 2 milyara yakın insan için odunun hala en önemli enerji kaynağı olmasına, 170.000 km2’den fazla orman alanın insan faaliyetlerinden dolayı yok olmasına, gelişmekte olan ülkelerde 200.000 km2’lik tarım alanının toprak erozyonu nedeniyle yok olmasına, çöllerin her yıl ortalama 60.000 km2 ilerlemesine, içme suyunun azlığına ve yaşanan kirlilik nedeniyle yaklaşık 2 milyar insanın tehdit altında kalmasına, dünyanın pek çok bölgesinde sağlık hizmetleri arasındaki açığın giderek büyümesine neden olmaktadır.
İnsanın doğaya etkisi 20. yüzyılda doğal yaşamı tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Bu değişimde insanın sürekli olarak zenginleşme isteği önemli rol oynamaktadır. İnsanın doğadan çeşitli şekillerde yararlanması, onun korunması sorumluluğunu da getirmektedir. Ne yazık ki, insan doğadan yararlanırken sorumluluk içerisinde hareket etmemiş, doğayı tahrip etmiştir. Bugünkü çevresel bozulmaların en önemli nedeni insanın ekonomik faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır.
Çevre sorunları, bir yandan toprağını ekemeyen, balığını tutamayan ya da bulunduğu yerleşim alanını terk etmek zorunda kalan yeni yoksul kitleler oluştururken, diğer yandan göç etme olanağını bulamayan yoksul kitlelerin yıkıcı faaliyetlerinden dolayı da artmaktadır. Ülkelerde yaşanan gelir dağlımı sorunu birçok insanın daha kirli bir çevrede yaşamasına yol açtığı gibi, aynı zamanda bu insanların çevrenin korunmasına karşı daha çok duyarsızlaşmasına neden olmaktadır. Böylece yoksul insanların doğanın tahribatına yol açacak davranışlarda kolaylıkla bulunabilmektedir.
Doğal kaynakların korunması insanın hayatta kalabilmesi için temel bir zorunluluktur. Ülkeler ekonomik ve teknolojik açıdan belli bir seviyeye ulaştıktan sonra, çevrenin korunması için kolaylıkla mücadele edebileceklerini düşünmektedirler. Bu nedenle de “önce gelişme, sonra çevre koruma”, anlayışı adeta bu ülkelerin temel bir politikası haline gelmiştir. Oysa bu yaklaşım, son derece yüksek maliyeti olan, çoğu zaman da geride temizlenecek bir çevre bırakmayan, “önce kirlet sonra temizle” anlamına gelen politikalardır.
Bugün gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda artan nüfus baskısı ve göç gibi nedenlerden dolayı orman alanlarına, meralara doğru genişleyen bir yerleşim politikası söz konusudur. Ülkelerin ya da uygarlıkların çöküşü ile toplumda yoksul kitleler arasında doğrudan bir bağ olduğu söylenebilir. Tarihe baktığımızda doğal kaynakların tahribatı birçok uygarlığın çöküşünü başlatan ya da hızlandıran bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dünya nüfusunun artması ve ekonomik büyüme, dünya toplumlarının mal ve hizmetlere olan taleplerini her geçen gün artırmaktadır. Bu talep artışı ise dünyanın doğal kaynakları üzerinde önemli bir baskı yapmaktadır.
Tarım alanlarında bilinçsizce kullanılan aşırı gübreler ve tarımsal ilaçlar sulama ile birleşince toprak ve suların hızla kirlenmesine neden olmaktadır. Sanayi ve evsel atıklar da buna eklenince önemli tarım alanları giderek tarım yapılamaz alanlar haline gelmektedir. Böylece milyonlarca yılda oluşan tarımsal toprakların dengesi kimyasal maddelerle ve evsel atıklarla bozulmaktadır.
Doğal kaynakların zenginliği bir ülkenin dünya toplumları arasında nasıl yükselmesine yol açıyorsa onun kıtlığı da aynı şekilde gerilemesine neden olmaktadır. Doğal kaynaklar ve yaşam arasında doğrudan bir ilişki olması nedeniyle, ancak doğanın izin verdiği alanlarda yaşamak olanaklı olmuştur. Üstelik bu yaşam alanları, zaman zaman çölleşme, soğuma, buzullaşma gibi iklimsel kimi dönüşümlerin etkisine girdiğinden insanlar daha uygun alanlara göç etmek zorunda kalmışlardır.
Bugüne kadar uluslararası alanda yoksullukla mücadele konusunda önemli birim olarak Dünya Bankası kabul edilmektedir. Ancak bugüne kadar gerek IMF ve gerekse Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların önerdikleri kalkınma ve yoksullukla mücadele politikalarının bu ülkelerdeki yoksulluğu azaltmadığı; aksine bazı bölgelerde ve ülkelerde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu daha da artırdığı bilinmektedir. Dünya Bankası gibi kurumların yoksulluk konusundaki izledikleri politikaların yapısal sorunları vardır. Küreselleşme ne gelişmiş ülkelerde ne de gelişmekte olan ülkelerde yoksulluğu ortadan kaldırmıştır. Gelişmiş ülkelerde büyük sermaye grupları küçük işletmeleri ele geçirmektedir. Örneğin, ABD’de tarımsal alandaki üretimin yüzde 90’nı büyük şirketlerin kontrolüne geçmiştir. Dünya 1980 sonrası izlenen politikaların etkisiyle küresel ısınma, iklim değişikliği, buzulların erimesi, denizlerin kirlenmesi gibi küresel çevre sorunları ile karşı karşıyadır. Kuşkusuz bu sorunlar bütün insanlığa zarar verecektir; ancak en büyük zararı da toplumun en zayıf halkası olan yoksullara verecektir. Dünyada yaşadığımız olumsuz gelişmeler, çevrenin bozulmasının sadece yoksullara değil, uzun vadede herkese zarar verdiğini göstermektedir. Çünkü toprağın, suyun, havanın kirlenmesi, tarım ürünlerinin daha pahalı hale gelmesine, sağlık sorunlarının artmasına, temiz su fiyatlarının yükselmesine neden olmaktadır. Bu da kaçınılmaz olarak hem zenginler için hem de yoksullar için daha pahalı bir yaşam anlamına gelmektedir. Açlık ve yoksulluk dünyanın insanları besleyememesinden değil, insanın insana tahammülsüzlüğünden kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle dünya genelinde sağlanan gelirin büyük ölçüde adaletsizce dağıtılmasından kaynaklanmaktadır.
Küreselleşme dünya genelinde açlık ve yoksulluğu ortadan kaldıran bir sistem değil, tersine bu tür sorunları daha çok derinleştiren bir sistemdir. Üstelik yabancı sermaye, gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye yetersizliğini lehine kullanarak, bu ülkelere giderken başta çevrenin korunması, işçi hakları, yatırım teşvikleri gibi birçok alanda tavizler koparmaktadır.
Sonuç olarak baktığımızda yoksulluğun ortaya çıkışında öncelikle toprağın metalaşması önemli bir unsurdur. Toprağın, doğal kaynakların özel mülkiyete konu olmasıyla birlikte bazı bireylerin bundan yararlanması engellenmiştir.
Böylece mülkiyet, insanlar arasında ekonomik farklılaşmanın yolunu açmıştır.
Bu uygulamanın sonucu toprağı olan kişilerin zenginleştiği, toprağı olmayanların ise toprak sahiplerinin yanında çalıştığı feodal bir sistem doğmuştur. Bu nedenle insanın doğaya mülk edinmek amacıyla yapmış olduğu ilk müdahalenin toplumsal alanda sonucunun yoksulluğa da yol açtığı rahatlıkla söylenebilir.
Dünya genelinde üretim olanaklarının artmasına paralel olarak gelir grupları arasındaki makas da sürekli olarak açılmaktadır. Gelir dağılımındaki bu bozulma kimi zaman toplumsal barışı bozacak boyutlara ulaşmaktadır. Toplumsal barışı bozacak çatışmalardan kaçınan ülkeler, yoksulluk sorununu çözmek amacıyla hem ulusal hem de uluslararası ayağı olan çeşitli politikaları uygulamaya koymak zorundadır. Çünkü yoksulluk sadece ulusal bir sorun değil, aksine uluslararası bir sorundur. Yoksulluk sorunuyla BM uzun süreden beri ilgilense de önerdiği reçeteler son derece kuşkuludur. Çünkü Dünya Bankası gelişmekte olan ülkelere içinde tarım alanlarının da olduğu kar edilebilecek her alanı uluslararası sermayeye açmayı önermektedir. Diğer bir ifadeyle kalkınmakta olan ülkeler için kalkınmanın reçetesi, her sektörün kamu mülkiyetinden çıkarılıp uluslararası sermayenin de girebileceği şekilde bir özelleştirilme önerilmektedir.
Özelleştirme yoluyla mülkiyetin el değiştirmesi, ülkede bazı grupların gelirini artırmış olsa bile, bu türden politikalar kesinlikle yoksulluğa çare olmamaktadır.
Hatta özelleştirmeyle birlikte pek çok ürünün fiyatı daha da pahalı hale gelebilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde pek çok çiftçi toprağını modern çiftliklere kaptırmaktadır. Bu modern çiftliklerin amacı ise toplumun ihtiyaç duyduğu buğday gibi temel gıda ürünlerini üretmek değil, Batı ülkelerin pazarında satabilecekleri ürünler yetiştirmektir. O nedenle yoksulluğun temelinde dünya genelinde uygulanan ekonomik politikaların ve tercihlerin önemli etkisi bulunmaktadır. Doğa karşısında kullanılan onca gübre ve zirai ilaçlara rağmen, açlık sorununun özünde siyasal ve toplumsal sorunun olduğu açıktır. Çünkü yoksullukla mücadele sadece insanların açlığının giderilmesi ile çözülemeyecek kadar kapsamlı bir sorundur. Bunun için bireylerin gelirlerinin artırılması yanında, bireyin sağlık durumunda iyileşme, eğitim durumunu yükseltme, temel haklarını kullanabileceği şartları oluşturma vb. gibi çalışmaları da yapmak gerekmektedir. Aksi halde yoksullukla mücadelenin başarı şansı olmayacaktır.