Kıymetli Ses Gazetesi okuyucuları merhabalar,
Hani bazı kelimeler vardır sevgi, saygı gibi dilimizden düşürmeyiz. Deyimler vardır abesle iştigal etmek, baltayı taşa vurmak gibi hiç yaşamak istemeyiz. ”Büyümüş de küçülmüş” gibi öyle deyimler de vardır ki, hem övgüdür hem yergi. Bu sohbetimizde dedeleri iki cihan harbi ve bir darbe yaşamış, babaları ve kendileri, öncesi ve sonrasıyla biri postmodern (Demokratik yönetimlerde, legal silahlı kuvvetler içinde birlikte hareket eden illegal bir veya birkaç yapılanmanın, seçimlerle gelmiş meşru hükümeti, kendisi doğrudan değil de özellikle medya organları ve yerli-yabancı terör örgütleri marifetiyle istifa ettirip iktidardan uzaklaştırması.) üç darbe, iki muhtıra ve bir darbe kalkışması görmüş 1960 ve 1970 doğumlu insanımızı yani benim kuşağımı konuşalım istedim. Ne dersiniz? Devam edeyim mi? Peki devam ediyorum.
1960-1970 doğumlular, yani biz, darbe, muhtıra, darbe kalkışması ve en hafifi de (ne kadar hafifse) postmodern darbe şartlarında büyümek zorunda kalmış, yani olağanüstü hal (OHAL) nesliyiz. Yaşamaya zorlandığımız fiziksel ve sosyo-ekonomik koşullar evet haddinden fazla normalden uzaktı. Ve biz bu anormal ortamda, yaşımıza koşut bir yaşam süremeden, bebekken çocuk gibi, çocukken delikanlı-genç kız gibi, özetle doğal yaşımızın 5 hatta bazılarımız 10-15 yıl üstünde bir yaştaki insanlar gibi sadece bedenen çalışmak zorunda kalmadık, düşünce olarak da erkenden olgunlaştık. İsteyerek mi oldu. Bunu hiç düşünmedik. Şimdilerde, “Bu yaştaki bir çocuğa, böyle ağır bir iş yaptırılır mı?” diye isyan ediyoruz ya; lütfen düşününüz, sizler onların yaşındayken daha ağırlarını yapmadınız mı?
Lütfen yanlış anlaşılmasın. Ben çocuk işçiler ordusu kuralım demiyorum. Fakat insanoğlu, bebeklikten nineliğe-dedeliğe değişen belirli besinleri almadığında nasıl rahatsızlanıyorsa, evlatlarımıza yaşlarına uygun görevler vermediğimizde de onulmaz hastalıklara tutulmalarına ebeveynleri olarak biz sebep oluyoruz. Görevlerini yaparken yaşayacakları zorlukları aşmayı öğrenirlerken, gerektiğinde tabi ki yardımcı olacağız.
Diyelim ki, anne-baba şefkati dedik ve onlar istediği halde, misal pazarda kâğıt mendil satmak gibi hiç de yorucu olmayan işler yapmalarına müsaade etmedik. Sonuç ne oluyor tahmin edersiniz: Çocuklarımız tembellik, özgüvensizlik, erken pes etme, başarmak için ısrar etmeme ve bireysel yaşamayı tercih etme gibi öyle hastalıklara tutuluyorlar ki, bir ömür hem bize hem de onlara zehir oluyor. İnanın reklam olsun diye yazmıyorum. 1964-1979 yılları arasında Kuyucak’ta yaşadıklarımdan örnekler verip, düşüncelerimi paylaştığım hatıratımı okumanızı öneririm [1].
Büyümüş de küçülmüşlerin tipik örnekleri olarak, çok iyi niyetli olmamıza rağmen, çocuklarımızla çok iyi, torunlarımızla ise, pek iyi anlaştığımız söylenemez. Temel sebebi de çocuklarımız dahil gençlerden hep bizim gibi yaşlarının üstünde olgunluk bekliyoruz. “Evet kuşak farkı var.” diye hep konuşuyoruz. Ancak yine de bazen tatlı olmaktan çıkan bu durumdan dolayı üzülmeyenimiz neredeyse hiç yok. Oysa bizler apayrı süreçlerin insanlarıyız. Bizim kuşak, bırakınız dedesinin, babasının bile karşısında ne demek söz söylemek (Kardeşim Ümit’le birlikte bizler hariç. Çünkü babam rahmetli bize her zaman konuşma hakkı vermiştir.), yüzüne bile bakamaz, ne kadar yorgun olursa olsun, bulunduğu yerde, uzanıp yatamazdı. Şimdilerde çocuklar konuşuyor, bizler dinlemek zorundayız; adeta onlar bizlere ders veriyor. “Hangisi doğru?” derseniz, niye yalan söyleyeyim, gönlüm başka istiyor, aklım başka söylüyor. Bu konu uzayacak. Şimdilik burada beklemeye alalım.
Peki bizim kuşak nelere sahipti ki, bu sıkıntılarla, baş edebildi? Bu soruyu kendime sorduğumda aklıma gelen iki ayrıcalığımız vardı derim: 1-Dedelerimizin ve babalarımızın annelerinin, yani büyük ninelerimizle babaanne ve anneannelerimizin, son Osmanlı Kadını oluşları ve 2- Babalarımızın ve annelerimizin, Osmanlı nine ve annelerinden aldıkları ve yaşantılarıyla bizlere adeta nakşettikleri sorumluluk duygusu.
Ninesi ve annesi Osmanlı Kadını hüviyetine ziyadesiyle lâyık bir annenin çocuğu olarak kendi hayatımdan somut örnekler vermek isterim.
Babam Kuyucak Sağlık Merkezinde hastabakıcı olarak işe girmeden önce, herhalde 7-8 yaşlarımdayım, öküzlerimiz vardı. Nedense bu sahneleri hayal meyal hatırlıyorum. Babam sabah ezanı okunurken kalkar, birkaç kuru incir yer, bir kupa (çay bardağı) üzüm pekmezi içer, öküzleri alır, çift sürmeye giderdi. Bu yüzden bahçedeki işler hep bize kalırdı. Bahçeye gitmemiz gerektiğinde, annem başına dastar bağlar, beni eşeğe bindirir, elinde eşeğin çilbiri, önümüzde ineğimiz küçük bahçeye giderdik. Bahçede çalışırken, annem başındaki dastarın üstüne, babamın çok köşeli şapkasını giyerdi. Akşama kadar bahçede böyle çalışırdık. Yoldan geçen amcalar, annemi babam zanneder selam verirler,
“Hayri bey kolay gelsin.” diye seslenirlerdi.
Annem usulca bana fısıldar, amcalara,
“Sağol amca, Allah razı olsun.” dememi isterdi.
Annem yaza doğru karık yapar; patlıcan, biber, domates dikerdi. Okullar kapanınca, bahçedeki baraka evimize göçerdik. Annem bahçedeki mevsimlik işlerine devam ederken, yoncayı sulamak, yarıya yakını çiçek bağlayınca biçmek ve hayvanlara vermek her zaman benim işimdi. Babam hastanede işe başlamadan önce böyleydi; başladıktan sonra da yıllarca hep böyle devam etti.
Çocukluğumda, tarla-bahçe sulamada kullandığımız suyun Büyük Menderes nehrinden alındığını bilmiyordum; sormak da hiç aklıma gelmemiş. Tarla-bahçe sulayacaklar civara (Çiftçi Mallarını Koruma Birliğinin su dağıtımıyla görevlendirdiği kişilere verilen yöresel isim) en az bir gün önceden söyler ve sulama sırasına girerdi. Civar, her gün kaç kişi hangi saatler arasında sulama yapacak planlar ve buna göre bir-iki gün önceden insanlar hangi gün, hangi saatlerde sulama yapacağını civardan öğrenirdi. Sulama yapacakları gün ve saatte arazilerine gider, tarla-bahçelere yakın bir yerden geçen sulama kanalından kendisi için sulama kanalına aktarılan savak kadar suyu, arazisine giden karığa sevk edip sulamaya başlardı.
Herkes bahçesini sulama telaşında olduğundan su sık sık azalır, hatta hiç gelmez olurdu. Su kesilince annem “Hadi Şenol olum, Şu suyu bi bak. Amcalara söle. Azcık yerimiz galdı de. Biraz daha aksın işimiz bitcek de. Suyu çevirgel olum.” der, ben de küreği küçük omzuma alır, çıplak ayakla, yaz sıcağıyla iyice gızmış (ısınmış) kumlara basmamak için otlu yerler araya araya, bazen ta kanala gıda gider, ilk karıktaki gösüme gıda çıkan suyun içine girer, kendi bahçemize giden karığa ihtiyacımızdan az daha fazla akıcak şekilde kürekle suyu yönlendirirdim.
Yüzme biliyo muyum? Hayır. Annem göğsüme gıda suya girdimi biliyo mu? Hayır. Ayağım kaysa düşsem gutacek insan va mı? Hayır.
Sözün kısası, şimdi düşünüyorum da, bizler çocukken, teşbihte hata olmasın, tıpkı hayvanlarımız gibi “Saldım çayıra. Mevlâm kayıra.” misali bir hayat yaşamışız ve Mevlâmız da gerçekten bizi kayırmış, kollamış. Çok şükür…
Kıymetli Ses Gazetesi okurları,
“Yine mi nasihat?” diyeniniz tabi ki haklı. Beni bağışlayın. Yazacağım…
Çocuklarımız için hayati önemi olan üç kurs var.
Çocuklar erken yaşta yüzmeyi öğrenmeli. Bunun için ne gerekiyorsa yapın.
Ehliyet alma yaşına geldiklerinde, mutlaka kursa gönderin ve sürücü belgelerini yine erken yaşta almaları için engel değil, destek olun.
Ve son kurs. Onları mutlaka ilkyardım kursuna gönderin.
İnanınız bu üç kurs, onlar için en az matematik, fizik, kimya, yabancı dil vd. kurslarına gitmelerinden çok çok daha önemli ve gerekli…
Kısmetse devam edeceğiz
Allah’a emanet olunuz…
[1] Musa GENÇ, 2020: Bir Ömre İki Hayat Sığdırmak “Kuyucak Anılarım”. MUSA GENÇ KİTAPLIĞI, Denemeler, Google Kitaplar, E-Kitap Serisi No. 1, e-ISBN:9786050682427. Erişim Tarihi: 15.02.2021, Erişim Adresi: https://play.google.com/store/books/details?id=dCYTEAAAQBAJ