Sürdürülebilir kalkınma “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamaktır”. Sürdürülebilir kalkınma kavramı, geleneksel kalkınma stratejilerinin çevreye verdiği zararlar karşısında, ülkelerin kalkınma hedefleri ile gezegenin sınırlı doğal kaynakları arasında bir denge kurulması amacıyla ortaya atılmıştır.
Bu kavram, “ekonomik”, “çevresel” ve “toplumsal” olmak üzere birbiriyle bağlantılı üç boyuttan oluşmaktadır. Sürdürülebilirlikten söz edebilmek için boyutlardan hiçbirinin ihmal edilmemesi gerekir.
Ekonomik sürdürülebilirlik, gelecekteki ihtiyaçlardan ödün verilmeksizin, ülkelerdeki ekonomik büyümenin, kaynakların daha verimli kullanımı suretiyle sürdürülmesi ve yoksulluğun giderilmesidir. Örneğin tarım yapılan toprağı ve kalitesini korumaya, ormanların korunmasına dönük politikalar uzun vadede tarımsal kalkınmaya olumlu etkiler yapmaktadır.
Çevresel sürdürülebilirlik, ekonomik faaliyetlerin doğal kaynaklar ve biyolojik çeşitliliğe geri dönüşü olmayan zararlar verilmeksizin sürdürülmesidir.
Büyümenin kalitesini değiştirmek için, kalkınma çabalarına yaklaşımımızı değiştirmeliyiz. Ekonomik büyüme “daha az madde-yoğun, daha az enerji- yoğun” hale getirilmeli. Örneğin bir jeotermal santral (JES) yalnızca daha çok elektrik elde etmenin bir yolu olarak görülmemeli, yerel çevre üzerindeki etkileri ile yerel toplum yaşamı üzerindeki etkileri de bilançoya dahil edilmelidir.
Toplumsal sürdürülebilirlik, ekonomik faaliyetlerin farklı kesimler arasında adil bir şekilde dağılımı, bunlardan etkilenecek olanların karar alım süreçlerine etkin katılımı, toplumsal adaletin ve toplumun eğitim ile sağlık durumunun iyileştirilmesidir. Toplumsal sürdürülebilirlik için güçlü sivil toplum gerekir.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, sürdürülebilir kalkınma yolunda önemli araçlardan biridir. Gerekli önlemler alınmadığı takdirde bunlarda sürdürülebilirliklerini tartışmaya açan olumsuz etkilere yol açabilmektedir.
Yenilenebilir enerji kaynaklardan biri de jeotermal enerjidir. Jeotermal enerji potansiyeli bakımından dünyada 7’ci sırada yer alan Türkiye jeotermal enerjiden elektrik üretimi alanında kurulu güç bakımından 4’cü sıradadır. Türkiye’de bu santrallerden üretilen elektriğin toplam üretimdeki payı, 2020 yılı itibarı ile yüzde 1,7’dir.
Kısa vadede ekonomik getiri sağlayabilecek yatırımlar, uzun vadede çevresel ve toplumsal maliyetleriyle gelecek nesillerin refahı ile ülkelerin kalkınma sürecini sekteye uğratabilir. Ekonomik sürdürülebilirliğin, çevresel ve toplumsal boyutlardan yalıtılmış olarak düşünülmesi halinde ortaya çıkabilecek olumsuz etkiler, ülkemizdeki JES’lere dair uygulamalarla gözler önüne serilmektedir.
Türkiye, Ege Bölgesi’nde yoğunlaşan jeotermal enerji potansiyelini elektrik enerjisine dönüştürmek amacıyla, sayıları yıllar içerisinde artan pek çok JES projesine ev sahipliği yapmaktadır. JES’ler yenilenebilir ve çevreci bir enerji kaynağı olarak görülse de, JES’lerin sayıca fazlalığı, kuruldukları arazinin jeolojik özellikleri ve çevresel tedbirlerin alınmaması, akışkanlar ve gazlarının denetimsizce çevreye salınmasının yol açtığı su-toprak ve hava kirliliği, JES’lerin kurulduğu bölgelerde yaşayan halkın çeşitli şikayetlerine sebep olmakta, JES’lerin sürdürülebilirliği hakkında tartışmalar doğurmaktadır.
Türkiye’deki JES’lere ilişkin ekolojik sorunlardan ilki, “su ve toprak kirliliğidir”.
JES’lerde akışkanların enerji üretiminde kullanıldıktan sonra yeraltına reenjekte edilmesi gerekmekte, fakat ülkemizde genelde bu işlem, maliyet fazlalığı ve teknoloji yetersizliği gibi gerekçelerle yapılmamakta, yüzeye salındığı takdirde çevre kirliliğine yol açabilmektedir. Ülkemizdeki JES’lerin çoğunun yer aldığı Aydın’da akışkanlar içinde normal değerlerin 190 katına varan Bor ve 250 katına varan Arsenik içermektedir. Büyük Menderes ve Gediz Havzaları, ülke tarımı için önem arz eden bölgeler olup, Bor kirliliği nedeniyle bazı tarım arazileri kullanılamaz hale gelmiştir.
Türkiye’deki JES’lere ilişkin ekolojik sorunlardan ikincisi, “hava kirliliğidir”.
Türkiye’deki JES’lerin büyük çoğunluğunun yer aldığı Menderes Masifi’ndeki kayaç yapısının karbonat içeren kayalardan oluşması sebebiyle, JES’lerin
emisyon düzeyleri kömürlü termik santrallerden bile yüksektir. Fakat jeotermal enerji, yenilenebilir bir kaynak olarak kabul edildiğinden ülkemizde JES’lerin CO2 salımını sınırlayan veya bunları raporlama yükümlülüğü getiren bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Türkiye’deki JES’lerin büyük çoğunluğunun çevresel anlamda sürdürülebilir olduğunu savunmak güçtür. Jeotermal enerjinin gerçek anlamda çevre dostu bir enerji kaynağı olarak kullanılabilmesi için devletin santrallerin sondaj, kurulum ve işletim safhalarında çevreye zararlı akışkan ve gazların salımının önüne geçecek denetimler gerçekleştirmesi gerekmektedir. Yatırımcıların ise kirleticilerin bertaraf edilmesi için gerekli teknolojilerin maliyetine katlanması elzemdir. Kısa vadede kaçınılan kimi maliyetlerin, uzun vadede bizleri daha ciddi maliyetlerle karşı karşıya bırakabileceği unutulmamalıdır.
Toplumsal sürdürülebilirlik, toplumun karar alım süreçlerine katılımı, sağlığının güvence altına alınması ve kaynakların adil dağılımıyla mümkündür. Ülkemizde halkın yatırımlara dair karar alım süreçlerine katılımını sağlamak amacıyla yürürlüğe konulan ÇED mevzuatının etkin bir şekilde işletilmediği görülmektedir.
Türkiye’deki ÇED sürecinde, AB ÇED Yönergesinde gibi “erken ve etkili bir katılım olanağı”, “yeterli bir süre” ve “makul bir süre” hususları yoktur. Jeotermal projeleri sadece proje kapasite yönünden değil “projenin fiziksel/sosyo-ekonomik, doğrudan/dolaylı, uzun vadeli/kısa vadeli, niteliksel/niceliksel, kümülatif etkileri ile birlikte konumu”nun da değerlendirmeye katılması gerekir.
ÇED’de belirli bir bölgede hayata geçirilecek farklı projelerin kümülatif etkisine yeterince temas edilmemesi ve ÇED raporuna tabi olup olmama hususunda her projenin tek başına ele alınması isabetli değildir. Bu aksaklık, Aydın ilinde dar bir coğrafyada çok sayıda JES’in “ÇED gerekli değildir” veya “ÇED olumlu” kararı almasının önünü açmış, uygulamalar yürürlüğe girmiştir. Aydın ili yüzölçümünün yüzde 59’u 2007’de yasalaşan Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu ile jeotermal enerji faaliyetlerine açılmıştır. Türkiye’deki jeotermal sahalarının yüzde 85’i de Aydın’da yer almaktadır. Faal haldeki JES’lerin yüzde 50’de Aydın’dadır. Bunlarında yüzde 38’i Germencik’te yer almaktadır. Bugün tüm Avrupa kıtasında jeotermal kaynaklara bağlı üretilen elektriğin yüzde 24’ü Aydın’da üretilmektedir. Aydın ili yüzölçümü ise Avrupa kıtasının 10 binde 7’si kadar toprak parçasına sahiptir. Söz konusu JES’den doğaya salınan akışkan ve gazlarla ilgili gerekli tedbirler alınmaması, bölgedeki kirliliğin toplumsal sürdürülebilirliğin önemli bir unsuru olan halk sağlığı üzerinde tehdit oluşturmasına sebep olmuştur. Aydın ilinde arazilerin büyük çoğunluğunun jeotermal sondajı ve santral kurulum çalışmaları için tahsis edilmiş olması, santralin tarım üzerindeki olumsuz etkileriyle birleşince yerel halkın ekonomik faaliyetleri de risk altına girmektedir.
Toplumsal sürdürülebilirlik, kaynakların adil dağılımını öngörürken, burada santralleri kuran yatırımcıların kazanç sağladığı, yerel halkın ise geçimlik tarım faaliyetlerini eskisi gibi sürdüremez hale geldiği bir durum söz konusudur.
Böylesi durumlar olmasına rağmen her bir JES projesinin idare tarafından yalıtılmış bir şekilde ele alınarak “ÇED gerekli değildir” veya “ÇED olumlu” kararı verilmesi, bölgedeki toplumsal hayatı ve halk sağlığını santrallerin etkilerine karşı korunmasız bırakmaktadır.
Ülkemizdeki JES’lerin olumsuz sağlık etkileri, onları toplumsal sürdürülebilirlik açısından tartışmalı hale getirmektedir. DSÖ’ne rapor edilen hastalıkların yüzde 80’inin ve ölümlerin yüzde 25’inin sebebi çevresel etmenlerdir. Son on yıllık sürece bakıldığında Türkiye’de ölüme en çok sebep olan dolaşım sistemi rahatsızlıkları, kanser, solunum sistemi rahatsızlıkları ve endokrin-metabolizma- beslenme sorunlarından kaynaklı ölümlerde Aydın ilindeki artış oranı ülke ortalamasının üzerinde olmuştur. Söz konusu ölümler özellikle B. Menderes Nehrine yakın meskenlerde yoğunlaşmıştır. B.Menderes Nehri’ni kirleten en önemli unsurdan biriside JES akışkanlarıdır.
Toplumsal sürdürülebilirliğin bir diğer unsuru olan gelir dağılımı adaleti de JES projelerinden olumsuz etkilenmektedir. JES’lerin akışkan ve gaz salımları, su, toprak ve hava kirliliğine yol açarak bulundukları bölgelerdeki tarımsal faaliyetleri olumsuz etkilemektedir. Dolayısıyla, bölgede yaşayanların tarımsal faaliyetlerden gelir elde etme şansı tehlikeye girmekte, gelir dağılımında enerji yatırımcıları lehine ve çiftçiler aleyhine bir dengesizlik oluşmaktadır.
Özetle Türkiye’deki JES uygulama sonuçlarına baktığımızda, ülkemizde mevcut haliyle JES uygulamaların çevresel ve toplumsal sürdürülebilirlik kıstaslarına uyumlu olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumun giderilmesi için JES’in olumsuz etkilerinin önüne geçecek teknolojik önlemlerin alınması, santrallerin kurulum ve işletim sürecindeki denetimlerin etkinleştirilmesi, halkın karar alım süreçlerine gerçek anlamda katılımının sağlanması yönünde adımların ivedilikle atılması gerekmektedir.