Doğduğum ve 1979 sonuna kadar yaşadığım Kuyucak’ta, mensubu olduğum Tokuçlar ailesinde ve diğer bütün ailelerde, başka bir ifadeyle geleneksel Türk ailesinde, dışarıdan ataerkil görünse de evde hakimiyet neredeyse tamamen annedeydi. Evin hanımı evin her türlü derdiyle uğraşırken, erkek evdekilerin kaliteli bir yaşam sürmeleri için ev dışından gerekenleri temin etmekle meşguldü. Erkek evin reisi bilinirdi, fakat ev işlerine hemen hiç karışmaz, büyük olaylarda ve çetrefilli konularda, mutlaka hanımı başta olmak üzere aile bireylerine danışıp vaziyet almak ise, erkekten beklenirdi. Yeni evlenen geline ev açılmaz, taze gelin mutlaka kaynatasının evine gelir, ilk çocuk veya çocuklarını bu evde yetiştirirdi. Eve yeni bir gelin gelinceye kadar devam eden bu süreçte, kaynana ve kayınbabanın tecrübelerinden istifade edilir, evliliğin hiç de kolay olmayan ilk 3-5 yılı onlar sayesinde, baba ocağında sorunsuzca atlatılırdı. Baba ocağı çok genişse, yeni gelecek gelin de aynı eve gelir; 3-5 yıl eltisi ve kaynanası ile kalarak tecrübe kazanırdı. Büyük geline hemen ev açılmamasının nedeni, artık kaynata ve kayınvalide yaşlanmıştır, ev işlerinden elini-ayağını çekmiştir, kaynana son sözü söyleyen gibi görünse de evin idaresi tamamen büyük gelindedir. Yeni gelen gelinin, evin idaresini ele alması için tecrübe kazanması gerekir. Büyük gelin bu sebeple kayınpederinin evinde birkaç yıl daha otururdu. Kaynana-kayınpeder henüz yaşlanmamışsa, taze gelin kayınpederinin evine gelin gelirken, büyük geline ev açılırdı. Ancak bu ev, imkân varsa baba ocağının yanında-yakınında, mümkün değilse en yakındaki başka bir yerde satın alınan ev olurdu. Örneğin Ali dedemin evine en yakın ev bizimki 20-30 m, en uzaktaki Metin amcamın evi 400-500 metre mesafedeydi. Ailede dünyaya gelen bebeklere isim verme hakkı, öncelik damat tarafında olacak şekilde sırayla büyük dede, dede, büyük nine ve nineye aitti. Tokuçlarda da bu kişi Ali dedemmiş. Yavaş yavaş hayatımızdan çıksa da kırsalda halen bunun güzel örneklerini görebilirsiniz Kente taşınan ailelerde, evde yaşayan kişilere nadiren dede ve nine dahil olmuştur. Günümüzde çoğunlukla anne-baba ve çocuklarından oluşan çekirdek aile düzenini görüyoruz. Fakat, yeni doğana isim verme geleneği devam etmektedir. İşte ben böyle bir ailenin küçük hanayının üst katındaki iki odadan, gündüzleri oturma, geceleri yatak odası olarak kullanılan, gürül gürül yanan teneke sobayla ısıtılmış odada, ebenin yaptırdığı normal bir doğumla dünyaya gelmişim. Takvimler 24 Şubat 1961Cuma gününü ve saatler de 06:18’in hemen sonrasına denk düşen bir zamanı gösteriyormuş, Çünkü anneme sorduğumda, 24 Şubat Cuma günü, sabah ezanı okunurken dünyaya geldiğimi söylemişti bana. Anne merkezli bir yapılanma ve yönetimin sürdüğü Türk aile yapısı, bugün dahi hem kırsalda hem de kentlerde çağdaşlaştırılmış biçimiyle devam etmektedir. Merhum Doç. Dr. Erol ÖKTEM hocamın, Isparta’da çalıştığımız yıllarda espri olsun diye anlattıkları, bu söylemlerime güzel bir örnek olabilir. Öktem hocamız derdi ki: “Arkadaşlar, biz hanımla hiç kavga etmedik, birbirimize küs kalmadık. Nasıl mı başardık? Evlendikten kısa bir süre sonra baktım, eşim arzuladığı gibi bir ev kurmak istiyor ve dediği de oluyor. Evin reisi değişmeye başladı. Devam etmesine tabi ki izin vermedim. Ne yaptım? Bir akşam mesai bitimine yakın OGM Gazi Yerleşkesindeki birimlerden biri olan Enstitü binasındaki odamdan, dahili hattan, fidanlık tarafındaki lojmanımızı telefonla aradım. Eşime, “Akşama yemek falan yapma. Seni yemeğe çıkaracağım.” dedim. Mesai bitimi, arkadaşımdan ödünç aldığım otomobille eşimi lojmanlardan aldım, Ankara’da, zamanın lüks lokantalarından birine yemeğe götürdüm. Yemek yerken söz döndü dolaştı eve şunu almamız lazım, bunu almayalım konularına. Ben, “…. Hanım lütfen sözümü kesmeden birkaç dakika beni dinler misin?” dedim. Eliyle buyur konuş işareti yaparak gayet ciddi bir şekilde beni dinlemeye başladı. “Hanım biliyorsun bu evin reisi benim. Son sözü de ben söylerim. Gel bir antlaşma yapalım. Aybaşı maaşları ortaya koyalım. Bir aylık harçlıklarımızı ayıralım. Geriye kalan paranın tamamını al ister sakla ister bankaya yatır. Bundan sonra eve ne lazımsa, para sende hesabını yap, al veya alma. Ben hiçbir şeye karışmayacağım. Eve ait iç ve dış bütün iş ve işlemler sende. Yardım istersen, zamanım varsa tabi ki seve. Ben yardım istediğimde, senin de tabi ki zamanın uygunsa.” Bana gelince, ben ev ve evdekilerin sevk ve idaresi dışındaki büyük ve çok önemli konularda söz hakkı benim. Bu tip konularla karşılaşırsak, tabi ki, konuyu irdeleyeceğiz, fakat nihai karar benim söylediklerim olacak. Ha bu arada, evin sevk ve idaresinde, gerekli gördüğümde son sözü yine ben söyleyeceğim demeyi de ihmal etmedim”. Hanım elini uzattı, tokalaşırken “Anlaştık” dedi. Başkada bir şey söylemedi. Şimdi o kadar rahatım ki, anlatamam.” sözleri hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. Biz kendisine, “Hocam bu zamana kadar hiç büyük ve önemli konu önünüze çıktı mı?” diye sorduğumuzda, “Çıkmaz mı? Hava Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel. Yıl 1964. Türk Hava Kuvvetlerinin Kıbrıs'ta gerçekleştirdiği uyarı uçuşunda, uçağı Rum uçaksavarlar tarafından vurulunca paraşütle atlayıp kurtulmuştu. Fakat Rumlara esir düştü ve işkenceye maruz kalıp şehit oldu. Türkiye’nin Rumların bu davranışına karşılık vermemesi doğru mu? sorusu üzerinde eşimle farklı düşünüyorduk, ancak bana hak verdi. Son söz benimdi. Yine, 1973’te Yom Kippur Savaşında ABD, İsrail Ordusuna destek verince, Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği (OAPEC) petrol ambargosu başlatmıştı. Yaşanan petrol krizinde Türkiye’nin duruşu doğru mu? sorusuna yanıtlarımız da farklıydı. Ancak eşim, “Sen daha iyi bilirsin.” diyerek beni desteklemiştir. İşte bunun gibi Türkiye dolaysıyla ailemiz için çok önemli bu tip durumlarda hep benim sözüm kabul edilmiştir.” diye gülerek anlatmıştı. Erol ÖKTEM hocamız beyefendi bir insandı. Rabbim inşallah cennetiyle ödüllendirmiştir. Erol ÖKTEM hocamıza “Evin sevk ve idaresinde gerekli görüp söylediğiniz son sözünüz oldu mu? diye sorduğumuzda her zaman gülen yüzü ve o kapkara gözleriyle birer birer bizlere bakıp , ‘Olmaz olur mu. Hanım ne güzel düşünmüşsün.’ derdim diye sorumuzu yanıtlardı. Peşinden de; Genç evliler, geç kalmadınız! Yol almışlar, geç kalıyorsunuz! Evlenecekler, kulağınıza küpe olsun bu anlattıklarım.” öğüdü her zaman aklımdadır. Kuyucaklı leşber (Rençber) bir ailenin, Tokuçların Hayri Bey’in iki oğlundan büyüğü benim. Adım ilkokula gidinceye kadar Şenol’du. İlkokula başlayınca aniden Musa oluverdi. Sebebini sorduğumda annem anlatmıştı. Ben doğunca, adımı Ali dedem “Musa” koymuş. Ali dedem, “Adı Musa olsun. Çanakkale’ye harbe gidip geri dönmeyen kardeşimin adı.” demiş. Ali efenin, yani babamın babasının, pehlivan yapılı bir erkek kardeşi varmış. Adı Musa’ymış. Ali dedemin anlattıklarından hatırlayabildiğim kadarıyla, bir grup asker adayı Çanakkale savaşına katılmak için Kuyucak’ta toplanıp hep beraber yola çıkmışlar. Yiğit Musa, maalesef cepheye varamadan sıtmaya tutulmuş ve Selimiye kışlasında tedavi görürken Rabbimize yürümüş. Kadriye halam ise kuzenim Ali Çetin’e Çanakkale savaşında şehit olduğunu söylemiş. Kesin olan şu ki, Tokuçoğlu Musa şehitler arasına katılmış. İnşallah mekânı cennettir. Dedem adımı Musa koymuş koymasına da annem tarafı bu ismi hiç beğenmemiş. Ve bana ikinci bir isim bulmuşlar: Şenol. Tam anımsayamadım ama galiba Ali dedem bile, okula başlamadan önce bana “Şenol” diye seslenirdi ve hiç kimse Musa demezdi. İlkokula başlayınca gerçek adımın Musa olduğunu öğrendim. Sonra nasıl olduysa, amcamlar, halamlar, Ali dedem ve babaannem bana Musa diye seslenmeye başladılar. Hatta Musa değil, Mesafendi diyorlardı. Fakat merhum babam, sadece birkaç defa o da gerektiğinde Musa demiş; sair zamanlarda hep Şenol diye seslenmiştir. Ne Ali dedeme ne Mustafendi (Mustafa Efendi) amcama ne Metin amcama ne de benden beş yaş büyük Ali amcama, hiç kimse "bey" diye hitap etmezken, babama neden "Hayri Bey" dendiğini hiç öğrenemedim. İstiklâl Harbi gazisi Ali dedemle, torunları içinde en fazla muhabbet eden bendim sanırım. Bu sohbetlerimizin birinde, “Dede bizim aslımız da Yörük mü?” diye sordum. Şöyle söylediğini anımsıyorum: “Bizim aslımız da Yörük olum. Yörük’le bahar geldimi yaylılara çıkala, emme biz yeleşik Yörüğüz; yaylıları değil baçılara göçüyoz.” demişti. Gazi ünvanını hiç kullandığını duymadım. Zaten hem gazilik maaşını hem de madalyayı “Ben Allah, vatan, namus için harp ettim.” diyerek geri çevirmiş, almamış. İnanır mısınız ne dedemin ne babaannemin ne amcamların ve halamların ne de yengelerimin ağzından bugüne kadar Ali dedemin gazi olduğuna, İstiklal Savaşı Madalyası almayı ve gazilik maaşına bağlanmayı hak ettiği halde her ikisini de reddettiğine ilişkin bir kelime dahi duymadım. Ya Rabbi, bu ne sarsılmaz iman; bu ne kadar güçlü vatan, millet, bayrak aşkıdır ki, altı yıl askerlik yap, iki yıl esir kal ve işkencelere uğra, kolların sakat kalsın, kurşunla vurul ve bunların hepsini görevimdi yaptım diyerek hiç konuşma. Şimdilerde bir aydan da kısa sürede yapılabilir hale gelen askerliğini anlata anlata bitiremeyen bizleri düşününce, istiklal harbinde yapılan fedakarlıkları ve o neslin ne kadar özel bir kuşak olduğunu çok çok daha iyi idrak ettim. Annem anlatmıştı. Babam, ilkokul mezunuymuş ve diplomasını da evlendikten sonra almış. Babama sebebini sorduğumda, şunları anlatmıştı: "Ali deden bizim okumamızı hiç istemedi. Çünkü, ona göre bizle okusak, o gıda talayı bacayı kim bakcak. Büyük buban çok başarılıydı ve örtmenleri o gıda çok yalvarıp yakadı yine de dedeng onu örtmen okuluna göndemedi. Fakirlik zamanlarıydı. Ekmek gara buğdey unundan hep evlede yapılıdı. Kadınla, ev ekmening rengi de beyaz ekmek gibi açık olsun diye, buğdey ununu önce güzelce ele, kepeklerini hayvanlara vemek için ayırıdı. Saba (sabaha) gıda (kadar) gabasın diye akşamdan hamuru yoğuru; sabanan da aş damındaki gara ocakda, odun ataşında, saçta yufka, bezime ya da bazıma yapadı. Ali deden, akırbamız (akrabamız) Sırmalıların fırınından, bazen beyaz çaşı ekmeği alıdı. Bu ekmeği zeytin, keş gibi katık yapıp, ev ekmeği ile yedik.” “Biz okula gideken ders kitaplarını örtmenimizden alıdık. Ben ilkokul ikinci sınıfa gidiyodum. Örtmenimiz "Yarın geliken Türkçe kitaplarınızı getiring. Kitabı olmıyanı dövcem." dedi. Ben örtmenin dediklerini dedenge söleyince, "Hadi odan de….s. Okuyup da muallim mi olcan. Sana kitap falan almıyom." diye bene kızdı.” “Okula gittik. Örtmen "Çıkarın kitaplarınmızı, göcem." diyerek kitabımız va mı yok mu baka baka sıraları gezmeye başladı. Kitabı olmayınları da çok çikin dövüyodu. Okulumuz tek katlıydı ve pencereden atlayıp kaçmak benim için çok kolaydı. Benim sırama geldi. Baktı kitabım yok. Dövmeye hazırlandı. Ben de hemen yanımdaki pencereyi açıp dışarıya fırladım. Ve bir daha okula gitmedim. Dedeng de zaten “Niye okula gitmiyong?” diye hiç somadı. Bundan diplomamı evlendikten sonra aldım". Tokuçların Hayri Bey, okumaya sevdalı biriydi. Güzel yazı yazmaya çok meraklıydı. Uğraşa uğraşa, yazısını o kadar güzelleştirmişti ki, hepimiz el yazısına hayrandık. O almak istediğim çok şeyi reddetti. Fakat kitap almam için cebindeki son kuruşu bile vermekten hiç çekinmedi. Ben de verdiği harçlığımla hep kitap aldım ve okudum. Kuyucak Halk Kütüphanesine abone olmuştum ve çok iyi hatırlıyorum numaram beşti. Kütüphane müdürü çok şık giyimli, bekar birisiydi. Kütüphanenin sadece kütüphane çalışanlarının girebildiği, yeni gelen kitapların tasnif edilerek numaralandırılıp okuyucu raflarına çıkarıldığı bir bölümü vardı. Müdür beyin izniyle, yeni numaralandırılmış, fakat henüz raflara koyulmamış kitaplardan da seçmek için bu bölüme girebilen herhalde nadir kişilerden biriydim. Zira okuyucu raflarında sergilenip abonelere ödünç verilen kitaplardan yaşıma uygun okunacak kitap bırakmamıştım. Kütüphanenin ikinci memuru, kitapları ödünç aldığımız amca rahmetli babama demiş ki, ”Hayri Bey nasıl çocuk yetiştirdin akideş. Kütüphanede kitap bırakmadı okuncak. Ona kitap yetiştiremiyoruz”. Merhum babam uzunca bir süre gelen misafirlere bunu anlatmıştı; hiç unutmam. Annem aslen Erzincanlı bir ailenin evladı, Erzincan Kemah’tan. Annemin dedesi Tahir, hanımı Rukiye Hayriye ve oğulları Bahri, Şükrü ve Osman ile beraber I. Dünya Savaşı çıkınca Ege'ye göçmüşler. Halleri vakitleri Kemah’ta herhalde çok iyiydi ki, o günlerin zor şartlarında onca yolu aşmış olmalarına rağmen yeni geldikleri yer Nazilli-Pirlibey’in en zengin ailelerinden birisi durumundaymışlar. Annemin annesi, Kâmile ananem Bozdoğanlı. Annemin annesinin babası Emin, annesi Hatice. Şükrü dedem kasaptı. Bahri bey ise köyde dükkân işletiyormuş. Bahri, köyün ileri gelenlerinden. Nazilli eşrafı ve idarecileri ile oturup kalkan biri. Şükrü dedemi tanıyan neredeyse hiç yok, abisi Bahri beyi ise tanımayan yokmuş. Annem beş kardeşin en küçüğü. Şükrü dedemin sevgisini gösterebildiği tek kızı. Öyle ki, dışarıdan eve girdiğinde, “Gözümün nazlı karası mavişim. Çık bakam gaşıma.” diye seslenebildiği herhalde tek evladı. “Babaların hatta abilerin yanında çocuğunu okşayıp sevmek ayıptır.” anlayışı, daha yeni yeni terkediliyor bizde. Ve bu, bütün Türkiye’ye şamil bir kültür. Çok iyi hatırlıyorum, büyük oğlum Yunus sanırım daha yaşını doldurmamıştı. Kaynatamın da evde olduğu bir gün onu seviyor, onunla şakalaşıyordum. İçeriye eşimin akrabalarından yaşlı bir kadın girdi. O zamanlar kitaplıklı çekyat çok moda. Ben, kucağımda Yunus çekyatta oturuyorum. Bu bir daha hiç görmediğim kadın da çekyata oturdu. Kısa bir hoş geldin seremonisinden sonra, durup hayretle bir kayınpederime bir bana bakıyor. Beş dakika geçti geçmedi; adeta patladı: “Kaynatanın yanında çocuk sevmeye utanmıyor musun?. Ayıp, ayıp.” Yaşım henüz 27 falan, Hiç kimseye karışmam, kimseye de kendime karıştırtmam havalarındayım. Herhalde biraz da sinirlendim ve sesim de gür çıktı; “O sizin gençliğinizdeydi. Bir insanın çocuklarını sevmesi niye ayıp olsun. Çocuğumu sevmeme kimse mâni olamaz.” diye çıkıştım. Kadın baktı kaynatama, o gülümseyerek bakıyor ve hiçbir şey söylemiyor. Kendi kendine “Hasbinallah Bu yenilerde de hiç utanma arlanma kalmadı.” diye biraz söylendi ve tabi biraz sonra konu değişti. Muhabbete devam edildi. Ne diyordum? Annemler beş kardeş. En büyükleri Hayriye teyzem. Küçüğü Hüseyin dayım. Onun küçüğü Mürvet teyzem, Muzaffer dayım ve annem. Evet beş kardeşler; fakat sanki bir kardeşleri, Muzaffer dayım yok gibi davranılmış yıllarca. Annemin Muzaffer dayımı şöyle anlattığını anımsıyorum: “Muzaffer abim kara kaşlı, kara gözlü, civan boylu, yakışıklı sözü yetmez, erkek güzeli bir insandı. Nazilli’de taksi şoförlüğü yapardı. Ü. yengemle severek evlendiler. İki çocukları oldu. Bir süre sonra abim İzmir’e göçmek istedi. Ancak kayınvalidesi razı olmadı, kızını da göndermedi ve onların boşanmasına sebep oldu. Abim yengemden ayrıldıktan sonra kötü yollu kadınlarla vakit geçiren biri haline geldi ve Nazilli’yi terk ederek İzmir’e yerleşti. Hayatı boyunca hiçbir işi dikiş tutmadı.” Çok sonraları, ben liseye gidiyordum, İzmirli bir bayanla, H. hanımla evlendi. Çoluk çocuğa karıştı. İzmir’e her gidişimde, Basmahane ’deki eski şehirlerarası otobüs bileti satılan yazıhanelerin arkasında kalan bir kahvehanede görürdüm O’nu. Beni güzelce ağırlar, karnımı doyurur, taksiyle seni gezdireyim mi diye sorar, bütün itirazlarıma rağmen karınca kararınca cebime üç-beş kuruş kor, “Annene babana çok selam söyle; fakat Dedene ve dayına hiçbir şey deme.” der, beni uğurlardı. 28 Nisan 1990’da babamın ölümünden sonra, serum takılı vaziyette Nazilli’ye anneme taziyeye gelmiş. Daha sonra öldüğünü duyduk. S. isimli bir oğlunun olduğunu biliyoruz. Ü. yengemizden ise oğlu A. ve kızı S. var. S. ablamız A. abiden dört yaş büyük; yaklaşık 15 yıl Almanya’da kaldıktan sonra yurda dönüş yapan gurbetçi bir aileden ve halen Nazilli’de oturuyormuş. A. abi ise Aydın’da oturuyor. Bir kez görüştük, o da bir bayram günüydü. Halim selim dünya tatlısı bir insan. Eşi N. yengemle iki defa telefonda görüştük. Kendisini hiç görmedim fakat ses tonundan çıkarımım, A. abimle sanki birbirlerinin ruh ikizi. Ü. yengemiz altı yıl kadar önce vefat etmiş. Sosyoloji okumuş N. Yengemin a anlattıklarına göre dayımdan ayrıldığına bin pişman halde gözlerini yummuş. Muzaffer dayımın ikinci evliliğinden geriye kalanlardan kimler yaşıyor, kimler öldü bilmiyorum. Annem, ne zaman kardeşimle anlaşmazlığa düşsek, hemen Ninem “Düşmanın yok mu? Yok. Kardeşinde mi yok.” diye çok söylerdi. Ninem demek ki, bunun için söylermiş. Sakın dövüşmen. Aranızı bozmaya kalkanlara fırsat vemen.” der, bize nasihatte bulunurdu. Ben “Düşmanın yok mu? Yok. Kardeşinde mi yok.” sözünden hep korktum ve daha çocuk yaşlarda iken kardeşimle aramızın her ne şekilde olursa olsun bozulmasına hiçbir zaman müsaade etmeme kararı aldım. Hatta bir konuşmamız da bunu kardeşime de söyledim. “Abim sen bana küssen de ben sana hiç küsmeyeceğim. Aramızı açmaya çalışan olursa izin vermeyeceğim.” dedim. Çok şükür bugüne kadar başardım. İnşallah böyle devam eder. Evet ben Kuyucaklı Musa’yım. Çiftçi Tokuçların Hayri Bey’in iki oğlundan büyüğü. Sebahattin Ali’nin, meşhur roman kahramanı “Kuyucaklı Yusuf ”un hemşerisi. Bu romanda, yazar, Yusuf’un Kaymakam babalığı ile Edremit’e gitmek üzere Kuyucak’tan ayrılışında kullandıkları yolu çok iyi anlatmış. Bu yol 1976 ve 1978 yılları arasında da geceleri zifiri karanlık ve karanlığa koşut olarak çok sessizdi. Kuyucaklılar gecenin ilerlemiş saatlerinde bu yolda olanları biliyorlar, ancak hiç karışmıyorlardı. “Zaten ortalık gamangarışık. Her gün insanla ölüpduru. Karışıpta başlarına belamı alsınla? Kuyucaklılar böyle düşünmeye başlamıştı artık. Bu yolda, CHP’li gençler (Ecevitçilerle, solcularla,) yolun solunda, MHP’li gençler (Türkeşçiler, ülkücüler) sağında dağınık vaziyette Nazilli istikametinde yürürler, birbirlerine nahoş sözlerle laf atar, marşlar söyler ve ellerindekileri sallayıp birbirlerini korkutmaya çalışırdı. Demiryoluna varmadan geri dönülür, aynı vaziyette Cengiz Topel İlkokuluna giden ara yola kadar gidilir ve yürüyüş burada biterdi. Bunlardan sanıyorum ikisine ben de katılmıştım. O zamanlar Kuyucak, 4500 nüfusu olan küçük bir ilçeydi. Solcusu da sağcısı da kapı komşusu, beraber büyümüş insanlardı. Sanıyorum 1976 yılının mayıs ya da haziran ayıydı. İlçemizde Halkevi açılmıştı ve Kuyucak Lisesi’ne çok yakındı. Bir gün akşam üzeri okul çıkışı mahalle arkadaşlarımdan bir grup yanıma geldi ve “Musa Halkevine hiç gelmiyorsun. Orada bizden büyükler de oluyor. Oturup günlük konuları, sorunlarımızı konuşuyoruz. Güzel bir ortam. Herkese açık zengin bir kütüphanesi de var. İstersen ödünç kitap alıp okuyabiliyorsun.” dediler. Ben de zaten merak ediyordum Halkevini. Birlikte vardık. Sakalı bıyığına karışmış, bıyıkları ağzının içinde, kot pantolonlu, asker parkesi ve botu giymiş birileri oturduğumuz yere geldiler ve sohbetimize iştirak ettiler. Anlattıkları o kadar ilgimi çekmişti ki, anlatamam. Sürekli fakir-fukaradan, ezilenlerden, ağalardan, kendilerine haksızlık yapılan torpil bulamamış fakat çok zeki olan, devlette dayısı olmayanlardan söz ediyorlar; kuracakları sosyalist düzende bunlara son vereceklerinden, halkaların özgürlüğünden bahsediyorlardı. Kemal Tuğcu’nun nerdeyse bütün kitaplarını okumuş birisi olarak anlatılanlardan çok etkilenmiştim. Konuşma bu şekilde devam ederken, bizim mahalleden çocukluk arkadaşlarımdan birisi “---------” var mı? Yok mu? diye bir soru sorup, ……’ın olmadığına ilişkin savlarını sıralamaya başladı. Ben bu defa çok daha dikkatli bir şekilde, biraz önce beni çok etkileyen sözleri söyleyenler ne diyecek diye can kulağı ile konuşulanları dinlemeye devam ettim. Arkadaşlarımdan bir-ikisi ısrarla --------- var diyordu; fakat hemen hepsi ağız birliği yapmış gibi --------’ın olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Ben kahramanlık kitapları okuyarak büyümüştüm. Bayramlarda senelerce hem de tamamında kahramanlık şiirleri okumuş, hem coşmuş hem de çevremdekileri coşturmuş biriydim. Anneannem çok dindardı. Ailede büyük-küçük herkes namaz kılmaya gayret ederdi. Beş vakit namaz kılmayan birkaç kişi, en azından Cuma namazlarını kılardı. Ne demek ----------- var mı? Tabi ki vardı. Böyle insanların çok olduğu bir Halkevi benim yuvam olamazdı. Söyledikleri güzel şeyler olsa da oraya bir daha gitmemeliydim. İçim hep böyle söylüyordu ve gitmedim. Tıpkı, 1979 yılında Nazilli’de gözlerimin önünde yaşananlardan sonra, Ocağa gitmeme kararı aldığım ve bugüne kadar hiçbir yerde Ocağa gitmediğim gibi. Ben, sanırım 40 yaşına gelinceye kadar kararlarımı çoğunlukla kalbiyle alan biriydim. Zararını gördüm mü? Hem evet hem de hayır. Evetler de var! Bu durumda yanlışlar da yapmışım. Yapmam gerekenin aklıma sormak olduğunu fark edince, bir karar aldım. Önemli bulduğum karaları, üzerinden bir gece geçmeden artık uygulamaya koymuyorum. Çok da yararını gördüm. Size de öneririm. Aradan iki gün geçti mi hatırlamıyorum. Bu defa diğer arkadaşlarım Ocağa gidelim dediler. Kim olduklarını hatırlayamadım. Ocağa ilk hangi arkadaşlarımla gittim inanın aklıma gelmiyor. Yine bir okul çıkışı, bu defa bizim mahallede, Çarşı Camii’nin yakınındaki iki tarafı cam-çerçeve, bitişiği soldan Koca Cami Kıraathanesi, sağdan berber dükkânı ve önünde kışlık sinemanın olduğu Ülkü Ocakları’na gittik. Dışarıdan görünmemek için (Liseden öğretmenlerimiz böyle yerlere gitmememizi tembihliyorlardı.) perdeleri sıkı sıkıya kapattılar. Duvardaki bir yazı hemen dikkatimi çekti. Afişte şöyle yazıyordu. “Hira dağı kadar Müslüman, Tanrı dağı kadar Türk’üz.” Bir diğerinde yazan ise şuydu: Kanımız Aksada Zafer İslam’ın.” Kendi kendime şöyle dediğimi hatırlıyorum. İşte senin yerin burası. Sonradan Ocak başkanı, Reisimiz olan S. abi bizimle çok ilgilendi. Biz de iki arkadaşım daha vardı, onlarla nerdeyse akşam ezanı okununcaya kadar Ocak’ta kaldık. ,, Sonrası… Evlerimiz ayrı olsa da aynı sokağın çocuklarıydık. Ailelerimiz ayrı olsa da aynı Milletin bireyleriydik. Etnik kimliklerimiz ayrı olsa da aynı ülkenin yurttaşlarıydık. Nerden geldiğini anlamadığımız şiddetli bir rüzgâr, nasıl olduysa bizi hem sağa hem sola savurdu, Türkiye sallanıyordu. Yıllar sonra anladık. Bizi her on yılda bir karıştıran rüzgâr, batıdan ve aynı yerden esmiş. Kısmetse devam edeceğim… Saygı ve selamlarımla…