Değerli okurlarım merhabalar. Babam Kuyucaklı, annem Pirlibeyli. Babamların lakabı Tokuçlar, annemlerinki Bahriler. Kuyucak’a gittiğinizde “Burada Tokuç Ali olarak tanınan birisi varmış, beni O’na götürür müsünüz?” deseniz, size “Bubası mı? Olu mu?” diye sorarlar. Baba, Ali amcamdır; oğul, Ali amcamın oğlu, Ali’dir. Pirlibey köyüne gidip “Bahriler”den kimler kaldı diye sorsanız size üç kişiyi gösterirler. Birisi Hüseyin dayımın oğlu Muhtar Şükrü’ abimdir; diğerleri, O’nun oğulları Ali ile Bahri’dir. Bir gün babama, “Baba bizim lakabımız neden Tokuçlar” diye sorduğumda bana kısaca anlatmıştı, Ali dedem ile annesinin hikayesini. Ali dedem bebeklikten çıkma çağlarında iken annesi, evlerinin avlusunda, yani açıkta, ahşap çamaşır leğeninin içinde onu yıkıyormuş. Zaten çok utanıyor, bir de saf zeytinyağı tortusundan yapılan sabunun suyu gözlerini yaktıkça, dedem yıkanmak istemiyor, sürekli leğenden dışarıya kaçmaya çalışıyormuş. Annesi de bu durumdan çok rahatsız, sinirli sinirli bir yandan “Ah benim tokuç kafalı inat oğlum; az galdı, şimdi bitiyo.” diye söyleniyor bir yandan da dedemin kafasını sabunlamaya çalışıyormuş. Tabi bu olayı komşu kadınlar görüyor, gülüşüyorlarmış. Dedemin adı o günden sonra “Tokuç Ali”, ailesinin lâkabı da “Tokuçlar” kalmış. Biz babamla ne kadar beraber olabildik diye düşündüğümde, belleğimde belirenlerden hoşlanmıyorum. Keşke, sizin şu anda okuduklarınızı, evet çevremde bana anlatacak birisi yoktu. En kötüsü, o kadar kitap okudum hayattan aldığım biri ama yazmış birisi olsaydı. O kitabı bulur okurdum. Ben çocuklarıma baba olmayı öncelerdim. Varsa da rastlamadım. Benim çocuklarımla biriktirdiğim anılar da ne yazık ki çok az. Nadir sohbetlerimizden birinde, “Baba, keşke Atatürk’ü görseydik.” deyiverdim. Babam, bana şöyle bir baktı ve “Biliyor musun?. Ali deden Atatürk’ü görmüş. Hatta onun askeriymiş.” “Olamaz! Nerde?” “Çok uzaklarda. Trablusgarp ve Bingazi’de. Deden askerliğini Trablusgarp ve Bingazi’de yapmış; oralarda Atatürk’ün komutasında savaşlara katılmış. Sonra İngilizlere esir düşmüş. Şam ve Halep’te iki yıl esir kalmış” Eve dönünceye kadar tam altı yıl geçmiş.” “Sonra baba, sonra?” “Gerisini dedene sor. Sana anlatsın. Benim bildiğim bu.” Ali dedemle o kadar sohbet ettik. Atatürk’ten hatta onun askeri olduğundan hiç bahsetmemişti. Akşamı zor ettim. Heyecanla dedemi bekledim. Gelir gelmez fırsat kollamaya başladım. Çünkü şimdi olduğu gibi öyle hemen yanına varıp soru sormak mümkün mü? Yemekler yendi, çay içme faslına geçildi. Ben de usul usul dedeme yaklaştım ve “Dede, babam söyledi, sen Atatürk’ü gördün. Öyle mi?” “He gördüm. Ne oldu?” “Dede Atatürk nasıl birisiydi?” “Olum daha bizim orıya gelmeden ünü gelmişti. Şöyle iyi, böyle cesur kumandan diye. Biz kelli felli; cüsseli, vudumu çökerten, dutdunu koparan, boylu poslu pelivan gibi, bağırdı mı yeri göğü titreten bi adam bekliyoz. Bi sabah ictimasında, “İşte yeni kumandanıgız Mustıva Kemal Paşa” dedile. Şok olduk. Boylu poslu değil kısa olmasa da orta boylu; kelli felli, iri yarı değil, o gıda zayıf ki, nedeyse sıska dicez, sesi ise öle gür değil ince sesil bi kumandan gaşımızda durupduru. “ “Sonra dede? Atatürk iyi bir komutan mıydı?” “Olum ben Kemal Paşayı görünce, Onnan muharabeye girince kendi kendime “Bak Ali, o gıda pelivan gibi kumandan va, emme başkumandan Kemal Paşa. Demek ki, kumandanlık yürek ve akıl işimiş, bunlada Kemal Paşıda va ki, onu başkumandan yapmışla. dedim” diye anlatmıştı. Dedemin Atatürk’le ilgili bana anlattıkları bu kadar. Hep üzülmüşümdür. Neden bu kadar diye, Belki çok şey anlatmak istemedi. Aynı hem istiklal madalyasını hem de gazilik maaşını reddettiği gibi. Bu bilgiye de geç ulaştım. Kuzenim Ali Çetin, daha 2 ay önce anlattı. Annesi Kadriye halamdan duyduğu kadarıyla, dedem gaziymiş. Sol kolundaki, Trablusgarb-Bingazi muharebelerinden hatıra kurşun yarası izi ve her iki kolunda, İngiliz esareti döneminde gördüğü işkencelerde oluşan şekil bozuklukları, dedemi üstü çıplak halde görenlerin hemen dikkatini çekecek kadar belliyniş. Evet geç, hem de 59 yıl gibi çok geç öğrendim; ancak o gün bugündür övünerek söylüyorum ve söyleyeceğim: Ben bir gazi torunuyum. Hem de gazilik maaşını da, istiklal madalyasını da almayı reddetmiş bir GAZİNİN… Birgün, yaklaşık 10 yıl dedem, babaannem ve Ali amcamla beraber oturduğumuz Hacıkuyu sokaktaki evin avlusunda, Ali dedem, babam ve Kadriye halam sohbet ediyorlarmış, Serpil’de oradaymış. Avlu kapısı açılmış ve içeriye üç adam girmiş. “Tokuç Ali efeyi arıyoruz.” demişler. Dedem “Neden sordunuz?” deyince, biri “Ali efe gazilerimizden. Kendisine İstiklal Madalyası vereceğiz ve Gazilik Maaşına bağlıyacağız“ diye geliş sebeplerini söylemişler. Dedem, “Tokuç Ali benim. Ben Allah, vatan, millet için savaştım. Para için değil. Ayrıca göğsüme madalya takıp, evimin duvarına asıp, millete “Ali hava atıyor” da dedirtmem. İstiklal Madalyası’nı da istemem, Gazilik Maaşını ise hiç istemem.” diyerek hem maaşı hem de madalyayı almayı reddetmiş. Bunun üzerine adamlar bir zabıtname (tutanak) hazırlayıp dedeme mühürletmişler ve izin isteyip gitmişler. Bu davranışından dolayı dedemle her zaman övüneceğim. Fakat, isterdim ki, madalyayı ve beratı alsın ve bize kalsın. İstiklal Madalyası ve beratı, sırayla, Tokuçlar sülalesinin en yaşlısının salonun duvarında asılı dursun. Ali dedemizin yaptıkları nesilden nesile anlatılsın. Dedemler sonra Suriye'ye gelmişler ve iki yıl Suriye'de İngilizlerin elinde esir kalmış. Halep'te bir gün dolaşırken önüne bir kadın çıkmış. Ali dedem askerdeyken evli değil. “Elini ver oğlum.” demiş bu kadın. Dedem kolunu uzatmış. Elinde bir şiş varmış kadının, Bismillah demiş dedemin bileğine sokmuş. Dedem hiç acı hissetmemiş. Şiş soktuğu yerde hiçbir kanama olmamış. Kadın bir süre beklemiş ve peşinden Bismillah deyip yeniden şişi geriye çekmiş ve şişin girdiği ve çıktığı yerleri tükürüğüyle silmiş. Dedeme demiş ki, “Oğlum senin başından iki evlilik geçecek. İlk hanımını çok seveceksin ama kaybedeceksin. Senin çocukların ikinci hanımından olacak. İkinci hanımın evlenmiş, kocası ölmüş, bir çocuklu bir kadın olacak. Ve o da ilk kocasından olan çocuğunu kısa sürede kaybedecek. Senin neslini ikinci hanımının çocukları devam ettirecek.” demiş. Bunu bana dedem anlattı ve inanır mısınız, o kadının söylediği her şey ama her şey yaşanmış. İlk hanımının adı Hayriye imiş ve babama da Hayri ismini bu nedenle vermiş. Ali dedem Kuyucak’ın zengini değil ama varlıklı ailelerinden birisinin lideri durumda. Çok sert bir adam. Hafızam beni yanıltmıyorsa, her gün olmasa bile neredeyse gün aşırı onun için bizim avluya çilingir sofrası kurulur ve her zaman misafiri olurdu. Hiç kimse gelmezse, Kuyucak’taki Çingenelerin önde gelenlerinden Cingen Süleyman’ı yemeğe getirirdi. O çakırkeyif olunca beni yanına çağırır, misafirlerine “Bu Hayri beyin oğlu.” der; “Adı Musa. Benim Çanakkale harbine giden, fakat harp meydanına ulaşamadan hastalanıp, Selimiye kışlasında vefat eden kardeşim Musa'nın adını verdim ona.” diyerek kardeşini anlatırdı. Dedemin çilingir sofrası için, taş döşeme geniş avlumuzun dışkapıya yakın, eve uzak bir yerine keçi kılından yapılmış siyah bir keçe serilir, üzerine bu defa koyun tüyünden yapılmış beyaz keçeler koyulur, bunun da üstüne içi pamuk yahut yün dolu minderler yerleştirilirdi. Belleğimdeki bir başka anımda, dedemin her zaman çok hareketli bir atın üzerinde, özgüveni yüksek bir tavırla eve gelişleriydi. O’nu böyle gören herkes, “Ali efe” diye nam salmasının hakkı olduğunu teslim ederdi. O’na boşuna “Efe” demiyorlardı. Ege bölgesinde “efe” abi demekti. O, Tokuç Ali Efeydi ve etrafındaki herkesin abisiydi, onların mutlak hamisiydi. Babaannem öldükten sonra annem, nerdeyse her gün ve günün tamamını dedemlerde geçirir, akşam dedemin evinde toplanır, yemeği beraber yer, yatsıdan sonra kendi evimize giderdik. Babam ise her sabah işe giderken mutlaka dedeme uğrar, ihtiyaçlarını giderirmiş. Dedemin, etrafında pervane olan çocuklarına ve torunlarına bir defa olsa teşekkür ettiğini duyan yoktur. Fakat ölmeden birkaç gün önce, “Oğlum Hayri, çok hakkın geçti. Ben senden razıyım, Allah da senden razı olsun.” diyerek babamın gönlünü almış. Babam bu konuşmalarını ağlayarak anlatmıştı, hiç unutmam. Anılarımı yazmaya başlayınca, yapmadığım için bin pişman olduğun bir eksikliğim var. Anılarınız ve bunlara ilişkin yorumlarınız, size ait görünseler de, yazıldıktan sonra ulusallaşıyor, hatta sınırlar ötesi okuyanları olduğunda, yavaş yavaş evrenselleşiyor. Herhalde en önemlisi de, sizi önce ulusal sonra evrensel bir kişi haline getiriyor. 34 yılımı tamamlamak üzere olduğum bilim dünyasında, evrensel bir buluş yapamadan ölürsem gözlerim açık gidecek diye diye çalıştım. Bir buluş yapamadım maalesef. Bu defa, buluşa dönüşme ihtimali yüksek diye düşündüğüm konuları makalelerime, bildirilerime, kitaplarıma serpiştirdim. Amacım, bilim insanlarına, derin düşünme alıştırmalarında katkı sağlayıp, evrensel bilgi üretimine, hiç olmazsa fikirlerimle katılmaktı. Bu yazımı da hâlâ bitirmeyişimin sebebi, yazmam gereken son cümleyi bulamamış olmam. Uzun yıllardır bildiğim bir söz var: “Söz uçar, yazı kalır.” Bu söz için birçok şey yazılmış. Ben hissiyatımı şöyle cümleleştirdim. “Unutmak veya unutulmasını istemediklerinizi, hemen unutmadan yazınız”. Ancak mutlaka doğruları yazmaya özen gösteriniz. Zira yazarlar, belki bedenen ölüdürler, fakat fikren asla. Sadece doğruyu yazanlar minnetle, yanlışı yazanlar zilletle anılırlar. Peki, doğruyu bulmak bu kadar kolay mı? Ne dersiniz?!?!