Vefâ; sözünde durma, kendini seveni unutmama, ilgiyi kesmeme gibi anlamlara gelir.
Tarih, başta peygamberler olmak üzere pek çok vefâkâr insana tanıklık etmiştir. Bunlar arasında Peygamberimizin (s.a.s) mümtaz bir yeri vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, kıyamete kadar gelecek olan bütün insan ve cinler için, duyduğu sonsuz güvenden dolayı onu “elçi” olarak seçmiş ve görevlendirmiştir. O da bu görevi hakkıyla yerine getirmiştir.
İslami bir terim olan “ahd/ahid” kelimesi; ge­nellikle “birine söz verme, vaad ve taah­hütte bulunma, anlaşma yapma” mana­larında kullanılır. Mastar olarak “bir şeyin yeri­ne getirilmesini emretme, talimat ver­me; söz verme” anlamına gelirken; isim olarak “emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat ve­ren söz” demektir. Ahid kelimesinde hem yemin, hem de kesin söz verme an­lamı vardır.
Kur’ân-ı Kerim’de iman, yalnızca zihnî bir inanma değil, bunun yanında di­nî naslarla belirlenmiş olan esaslara uyulacağına dair gönüllü bir taahhüddür. Bu suretle iman ile ahid arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur. Mesela; “Siz ba­na verdiğiniz ahde vefa gösterin ki ben de size verdiğim ahdi ifa edeyim.”(Bakara 2/40) mealindeki ayette geçen birinci ahid, Allah’ın kulla­rına olan emir, yasak ve tavsiyeleri; ikin­ci ahid ise Allah’ın kullarına vaad ettiği af ve mükâfat olarak anlaşılmıştır. Bir hadiste; Allah’ın kul üzerindeki hakkı, ku­lun şirk koşmaksızın kendisine ibadet etmesi, kulun Allah üzerindeki hakkı ise azap görmeden cennete girmesi olarak beyan edilmiştir.[Buhârî, Libâs 101; Müslim, Îmân 48.] Peygamberimiz; “Allahım! Gücüm yettiği kadar ah­dine ve vaadine sadakat gösteriyorum.”[Buhârî, Da‘avât 16; Tirmizî, Da’avât 15.] diye dua etmiş ve kendini Rabbine karşı daima so­rumlu hissetmiştir. A’râf suresinin 172. ayetinde ifade buyrulan kulluk sözleşmesini yorumlayan sûfiler de ‘bezm-i elest’te Allah’ın rab olduğunu ikrar etmeyi ahid, bu taahhü­de bağlı kalmayı da ahde vefa kabul etmişlerdir.
Kur’an’a göre ah­de vefa, iman ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu suretle kendisini hür irade­siyle sadakat mükellefiyeti altına sok­muş olan müminin ahlâkî bir borcudur. İster Allah’a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük için ehliyet şartla­rını taşıyan bir insanı, borçlu ve sorum­lu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumlulu­ğun yerine getirilmesine ahde vefa ve­ya ahde riayet denir ki her iki tabir de Kur’ân’dan alınmıştır: Bakara 2/177’de erdemli, sadık/doğru ve muttaki mü’minler, “ahidlerine vefa gösterenler” olarak tanımlanırken; Mü’minûn 23/8 ve Meâric 70/32’de kurtuluşa eren mü’minler, “emanetlerine ve ahidlerine riayet edenler” olarak tarif edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm ahde vefa sadedinde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, Müslüman olmayanlara dahi verilen sözde durulmasını emretmiştir.[Tevbe 9/1,4,7.]
Ahde vefa göstermede ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Peygamberimizin (sas) “el-Emîn” sıfatının, düşman­ları tarafından verilmesinin, kendi­sinin ahde vefa ve emanete riayet fazi­letine kemâliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtil­miştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadis­lerinde, ahde vefa göstermeyi imandan, ahde aykırı davran­mayı ise nifak alâmetlerinden saymıştır.[“Münafığın alameti üçtür: konuştuğu zaman yalan söyler, va’dettiğini yerine getirmez ve emanete ihanet eder.” (Buhârî, İman 24))]
**
Nitekim O’nun eşsiz vefâ misallerinden birini de Hazret-i Âişe şöyle anlatıyor:
Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyaret maksadıyla yaşlı bir kadın geldi. Aralarında çok samimî bir sohbet geçti. Yaşlı kadın ayrıldıktan sonra;
“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadına çok alâka gösterdiniz. Kim olduğunu merak ettim.” dedim.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Hatice -radıyallâhu anhâ- hayattayken bize gelip giderdi…” (Hâkim, I, 62/40)