Şu an, bir hayalimi daha gerçeğe dönüştürmeye, geçen onlarca yılın hafızamdan silemediği anılarımı yazmaya başladığım an.Ailem hep benim için “Hafızan güçlü” demiştir. Bakalım ne kadar güçlü, yazarken göreceğiz.
Elli dokuz yaşımı tamamlayıp, altmışına inmeme on üç gün var. İnmeme dedim; çünkü bu dünyaya geldiğimiz o ilk günden bugüne her geçen gün, kimilerinin ebedi istirahatgâh, kimilerinin cehennem çukuru, kimilerinin cennet bahçelerinden bir bahçe, kimilerinin de hesap gününe kadar bekleme yeri dediği mezara yaklaşmıyor muyuz?
Düşündükçe beni güldüren bir anımla başlamak isterim. Kardeşim Ümit daha birkaç ay önce, "Abi, anneme sordum. Beni ne zaman doğurduğunu hatırlamıyor. Biz aynı anne ve babanın evlatları değil miyiz? Beni evlatlık mı aldılar?" diye sordu.
Ben de,"Olur mu öyle şey abim. Ben senin doğduğun günü hatırlıyorum. Hava soğuktu, hepimiz uyanıktık, yani gündüzdü ve çok iyi hatırlıyorum, henüz kısa kollu çizgili kazağımı ve kısa paçalı donumu giymiyordum. Sevim yengem, seni bezlere sarılı halde getirip bana göstermiş ve ‘Kardeş geldi, kardeş.” demişti. Küçücük yüzünü görmüş ve ne diyeceğimi bilemeden onun sözlerini tekrarlamıştım: kardeş, kardeş." demiştim.
Ne zaman sorduğumu hatırlamıyorum; "Ben ne zaman doğdum?" diye anneme sorduğumda, bana verdiği cevap, "Seni, bin dokuz yüz altmış bir yılında, Şubat ayının yirmi dördünde, soğuk bir Cuma günü, sabah ezanı okunurken doğurdum." olmuştu.
Nereden bilebilirdim,Trabzon'la yollarımın doğduğum günle birlikte kesiştiğini; dünyaya geldiğim saatlerde benden çok çok uzaklardaki bir şehirde, düşmandan kurtuluş törenleri için hazırlıkların yapıldığını ve sevgili eşim Mürvet hanımın benden yaklaşık sekiz yıl sonra bu şehirde doğup, 24 yıl sonra da eşim olacağını.
Kader ve kısmet bu olsa gerek…