Sonbahar mevsiminin güneşli bir Cumartesi günü idi. Aydın’dan yola çıktığımızda neredeyse öğle vakti olmuştu. İncirliova’dan yönümüzü Aydın dağlarına doğru döndüğümüzde neler ile karşı karşıya kalacağımızı bilememenin heyecanı sardı bizi. İlk tepeyi aştığımızda ufacık kalmış İkizdere barajı ile karşı karşıya kaldık. Aydın Büyükşehir Belediyesinin mülkiyetinde olan ve 2050 yılına kadar Aydın şehri dahil 30 yerleşim yerinin içme suyunu sağlayacağı vaadi verilen baraj gölünde su miktarı büyük oranda azalmış. Baraj neredeyse kurudu kuruyacak. Aydın Germencik arası karayolunda gidip gelirken baktığım ama uzun süredir içinde bir damla su dahi göremediğim İkizdere deresinin kuruma sebebini anladım. 2019 yılı Avrupa Birliği ve Türkiye Devleti’nin ortak yürüttükleri Büyük Menderes Havzası Koruma Eylem Planı sonuçlarında İkizdere barajı suyunun kimyasal durumuna baktığımızda “ iyi durum elde edilemediği” görülmektedir. Aydın dağlarının zirvelerine yaklaşıp geriye doğru İkizdere barajına kuş bakışı baktığımızda bunun sebebi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Tüm vadide dağların zirvesine kadar uzanan geniş bir alanda zeytin ve incir bahçeleri, arada diğer meyve ağaçları mevcut. İşte bu meyvelerin yetiştirilmesi sırasında bilinçsizce kullanılan tarım ilaçları ve gübreleri İkizdere barajının sularını kirletmektedir. İkizdere barajını bekleyen çok daha büyük tehlike ise Dereağzı ve Kızılcaköy arasında, baraja iki kilometre mesafede kurulması düşünülen jeotermal santraldir(JES). Eğer bu bölgede JES kurulursa İkizdere barajının sularının Aydın şehrine 2050 yılına kadar bırakın yetmesini, baraj sularında kimyasal kirlilik artacağından bu suyu tüketen insanlar kanser olarak tez zamanda ölecekler. İkizdere barajını arkamızda bırakıp dağların zirvesine doğru ilerlediğimizde yamaçlarda bakımlı ve verimli zeytin, incir bahçelerini görünce içimizi mutluluk kapladı. Aydın’ın dağlarından hem yağ hem bal akıyordu. Zirveye yaklaştıkça incir ve zeytin ağaçları giderek azaldı, sonra yok oldu. Zirvede meydan kestane ağaçlarına kalmış. Ne yazık ki kestane ağaçlarının yalnızlığı sayıları giderek artan Rüzgar Enerji Santralleri ( RES) nedeniyle yok olmak üzere. RES’lerin yapımı için yollar genişletilmekte, toprak ve toprak üstündeki kestane ağaçları kökünden kazınarak yok edilmekte. RES’ler sürekli şekilde ses ve elektromanyetik dalga çıkarmakta, kuş ve kuş sürülerine, RES’e yakın yaşayan hayvanlara ve bitkilere zarar vermekte, bulundukları alanları yaşam dışı merkezler haline getirmektedir. Görünen o ki Aydın dağlarının zirvesinde bu tip yaşam dışı merkezlerin sayısı giderek artmaktadır. Dağların zirvesinden Tire ve Küçük Menderes Havzasına doğru inişe geçtiğimizde adım adım bitki örtüsünün değiştiğine şahit olduk. Aydın dağlarının bu yüzü daha yeşil olup, kestane ağaçların sayısı artmakta, aralarda eğrelti otları görülmekte. Tüm bu özellikler dağların bu yüzünün daha fazla yağmur aldığını göstermektedir. İnişe devam ettiğimizde yer yer kestane ağaçlarında kurumalar, kurumaya bağlı yerlerde devrilmiş kestane ağaçları görülmeye başladı. Bunun sebebi ne olabilirdi ki? Bunları düşünürken Tire Başköy’lü incir üreticilerinin JES’lere karşı verdikleri mücadele sırasında söyledikleri bir sözü hatırladım. “Germencik’te yer alan JES’lerin saldığı ve rüzgarların getirdiği gazların sebep olduğu asit yağmurları incirlerimize zarar vermektedir. Kilometrelerce uzaktaki JES’ler incirlerimize bu zararı verirken Başköy’e kurulacak JES’ler incirimize ne yapmaz ki. Biz ölürüz de Başköy’de JES kurdurmayız”. Aydın dağlarının Küçük Menderes Havzasına bakan yamacında yer alan kestane ve diğer bitkilere zarar veren, onları kurutan sebep JES’lerin sebep olduğu asit yağmurlarıdır. RES’ler ise JES’lerin etkisini arttırmaktadır. Tire’ye girmeye başladıkça eski Tire evleri görülmeye başladı. Toprağın ve suyun kıymetini bilen eski insanlar yerleşim yerlerini dağların yamacına kurmuşlar. Yeni Tire ne kadar güzel ve modern görülsede Menderes ovasına doğru giderek yayılması affedilir gibi değil. Tire Ödemiş arası tüm ova yemyeşil, bereketli mi bereketli. Ova içinde dağınık şekilde hayvan çiftliklerinin ve yerleşim yerlerinin artması gelecek adına tehlike sinyali vermeye başlamış. Ödemiş pazarının kurulduğu bir günde insan ve araç trafiği arasında meşhur Ödemiş köftesini zorda olsa yeme şansına eriştik. Ödemiş bu hali ile bizde orta Anadolu kasabası görüntüsü uyandırdı. Birkaç esnafla sohbet ettikten sonra Birgi’ye doğru yola koyulduk. Aydın’lılar olarak Aydınoğulların ilk başkenti olan Birgi’yi biran önce görme heyecanı sardı bizi. Tanışmalarda ilk görüş önemli derler. Birgi’yi görüp de aşık olmayan yoktur herhalde. M.Ö 3000’den buyana medeniyetlere ev sahipliği yapan Birgi’nin hristiyanlık öncesi Romalılar dönemi ismi Zeus şehri, hristiyanlık sonrası Romalılar dönemi ismi İsa şehri idi. 1308 yılında Aydınoğullarının başkenti olan Birgi, dağın yamacında içinden geçen çayın sağı ve solunda kurulmuş. 2012 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesine giren Birgi sahip olduğu tarihi ve kültürel zenginlikleriyle adeta açık hava müzesi görüntüsündedir. Tarihi evleri, konakları, camileri, türbeleri, hamamları ile Birgi köklü bir tarihe sahip. Bunlardan en önemlileri beylikler döneminin ilk camisi olan Ulu cami, Çakırağa ve Sandıkoğlu konaklarıdır. Ulu cami ağaç işçiliği ile Türk islam tarihinin en iyi örneklerinden biridir. Çakırağa konağı oda ve tavan süslemelerinde Küçük Menderes Havzasında yetişen 72 çeşit sebze ve meyve resimlerini görmek mümkün. Her biri ayrı bir değer olan Birgi’nin taş evleri, köklü ve zengin bir geçmişin göstergesi olarak bugün zamana karşı direnmeye çalışsa da, içlerinin insandan yoksun olmasından dolayı yıkıldı yıkılacak görüntüsü vermesi üzüntü verici. Tıpkı Birgi’nin burada kurulmasına sebep olan Birgi deresinin tamamen kurumuş olması gibi. Birgi’nin dar sokakları arasında geçmişi ve bugünü bir arada yaşamanın bazen sevinci, bazen üzüntüsü ile zaman çok hızlı geçti. Geçmişteki Aydınoğulları’nın başkentinden bugünkü Aydın ilinin baş kentine gitme vakti gelmişti. Birgi’ye tez zamanda tekrar görüşmek sözü ile yollara düştük. Yaşadığımız günün olaylarını zihnimde değerlendirirken birden Küçük Menderes nehir köprüsü üstünden geçtiğimi fark ettim ve başımı refleks olarak sağa çevirerek nehre baktım. Küçük Menderes nehri kurumuş, nehir yatağında tek bir damla su, tek bir canlı yoktu. Dondum kaldım. Görünen o ki Küçük Menderes Havzası kurumaya, çölleşmeye başlamış. Bugün havzanın yeşil görünmesinin tek sebebi su seviyeleri giderek derinleşen yeraltı suları. Çok yakında bu sulara da ulaşmak mümkün olamayacak, Küçük Menderes Havzasında 72 çeşit sebze ve meyve çeşidi tek tek yok olacak, havza canlı yaşama kapalı hale gelecek. Akşamın alaca karanlığı havzaya çökmeye başladı. Karşımızda kızıl bir top haline gelen güneş batmaya yüz tutmuştu. Peki yarın güneş tekrar doğacak mı? Yada nasıl doğacak? Biz Aydınoğulları mirasımıza sahip çıkabilecek, Küçük ve Büyük Menderes Havzalarında canlı yaşamı devam ettirebilecek miyiz? Soruların çokluğu ve ağırlığı altında ortam karardı ve sessizleşti. Peki yarınlar, yarınlar gerçekten nelere gebe?